EDİRNE’NİN LEONARDO DA VİNCİ’Sİ; İLHAN KOMAN…

Edirne ile ilk tanışmam 2000 yılının yaz aylarına rastlar. İstanbul’dan günübirlik Edirne’ye geçerek arkeoloji bölümü birinci sınıf öğrencisi olmamın verdiği amatör ruhla Edirne Arkeoloji Müzesi, Selimiye Camii ve Karaağaç’ı gezmiştim. O gün biri gelip de, bu şehrin ileride hayatımda önem arz edeceğini söylese herhalde güler geçerdim. Kenti beğenmeme rağmen, o dönem üzerimde kalıcı bir etki bırakmamıştı zira. Sadece memleketim Bursa’ya çok benzettiğimi hatırlıyorum. Bu benzerliği de, kendimce, her ikisinin de Osmanlı’ya başkentlik yapmış şehirler olmasına bağlamıştım. Sonrasında ne olduysa oldu ve kaderin sapanı beş-altı yıl sonra beni tekrar bu kente fırlattı, hem de uzun süreli kalacak şekilde…Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nde Bizans sanatı üzerine yüksek lisans yaptığım yıllardı. Deli gibi tez konusu ararken, bir tesadüfler silsilesi sonucu kendimi birden Edirne’de yapılan Makedonya Kulesi kurtarma kazılarında ele geçen Bizans sikkelerini çalışırken buluverdim. Ve konuyu seçtikten kısa bir süre sonra da mecburen Edirne’yi ikinci kapı yapıverdim.

Edirne-Ankara arası gidip gelmekle tezin bitmeyeceği kesinleşince 2006 senesinin ilkbahar-yaz aylarının büyük bölümünü bu kentte yerleşik geçirdim. Edirne Arkeoloji Müzesi’nde tezi bitirebilmek adına sikkeleri incelemekten şaşı olduğum zamanların dışında, Edirne’yi sokak sokak yürüyerek gezme ve tanıma fırsatım da oldu böylece. Ziyaretime gelen arkadaşlarla da kent içinde ve Karaağaç tarafında yapılan bu geziler sık sık tekrarlanırdı. Mimar Sinan’ın ‘ustalık eserim’ dediği Selimiye Camii, kentin Osmanlılar’dan günümüze ulaşan en eski anıtsal eseri olan Eski Camii, Sultan II.Bayezid Külliyesi, 1876-1877 Rus savaşında (93 Harbi) cephanelik olarak kullanılan ve Ruslar’ın Edirne’yi işgal edeceğini haber alınca sırf cephane Rusların eline geçmesin diye bizzat dönemin valisi tarafından havaya uçurulan Saray-ı Cedide Amire kalıntıları gibi Edirne denilince ilk akla gelen Osmanlı yapılarını kaç kere gezdim hatırlamıyorum bile… Edirne, Osmanlı İmparatorluğu’nun ikinci başkenti olması ve bu dönemle ilgili çok fazla yapı barındırması sebebiyle hep bir Osmanlı kenti olarak bilinir. Oysa, bizzat Edirne Belediye Başkanı Recep Gürkan’ın da belirttiği gibi, Floransa’dan sonra metrekare başına en çok tarihi eser düşen ikinci şehirdir ve Osmanlı ile kısıtlanamayacak kadar çok ve farklı döneme ait kalıntılara ev sahipliği yapar. Kenti kurarak adını veren Roma imparatoru Hadrianus’un yaptırdığı kent surları, bu surlardan günümüze kalan tek burç olan Makedonya kulesi (saat kulesi) ve günümüzde Yıldırım Bayezid Camii olarak bilinen ancak planı, yönü ve içindeki devşirme malzemelerle yapım ve kullanım tarihinin Bizans dönemine kadar indiği anlaşılan yapı, kentin Osmanlı öncesinde de önemli bir yerleşim yeri olduğunun kanıtıdır. 2002-2003 yıllarında Makedonya Kulesi çevresinde yapılan kurtarma kazılarında açığa çıkarılan Roma, Geç Roma ve Osmanlı dönemlerine ait seramik fırınları; Yunan, Roma, Bizans, Osmanlı sikkeleri ile çeşitli küçük buluntular da şehrin çok katmanlı tarihsel yapısını ortaya koyan örneklerdir. Tabii kentin Osmanlı kimliğinin ağır basmasında, Osmanlı’nın kendisinden önceki kültür varlıklarına hor davranmasının da etkisi büyüktür. Örneğin, İmparator Hadrianus’un 123-124 yıllarındaki doğu seyahati sırasında yaptırdığı kale 19.yüzyılın ortalarına kadar korunmuş olmasına rağmen, 1860’lı yıllardan itibaren hastane, okul, kışla gibi yapıların inşasında malzeme olarak kullanılsın diye bizzat Vali Hurşit Mehmet Paşa tarafından yıktırılmaya başlamıştır. Kentle ilgili eski kaynaklarda adı geçen, planı ve yıkıntı halinde bir fotoğrafı bulunan, ilk evresi 5.yüzyıla kadar inen Kaleiçi’ndeki Ayasofya Kilisesi 1752 yılındaki depremde harap olmuş; 19.yüzyıl sonlarında da henüz ayakta olan harabesi yine malzemesinden yararlanılmak üzere yıktırılmıştır. Yine eski kaynaklarda adı geçen ve planı bulunan Sinaitikon adlı Bizans dönemi kilise ise o kadar güzel yıkılmıştır ki (!) bugün nerede olduğu bile hala tespit edilememiştir. Kentin kültürel zenginliğinin simgesi sadece eski uygarlıklara ait olan kalıntılardan ibaret değil tabi ki. Edirne, Osmanlı’nın farklı dinlere hoşgörü ile yaklaşması sonucu günümüze kadar gelebilen, 19.yüzyıl sonu-20.yüzyıl başında yapılmış Hıristiyan ve Yahudi dini yapılarına da halen ev sahipliği yapıyor. Laf aramızda, ben bunu Osmanlı hoşgörüsü kadar Trakya insanının dinler üstü iyi niyetine ve açık fikirliliğine de bağlıyorum. Bulgar Kilisesi’ni (Esweti Georgi Ortodoks Kilisesi) görme şansım oldu, ancak İtalyan Katolik Kilisesi’ne ne yazık ki bir türlü gidemedim. Avrupa’nın en büyük, dünyanın ise üçüncü büyük sinagogu olan yapı ise, benim Edirne’de bulunduğum dönemde maalesef harabe halindeydi. Restore edilerek geçtiğimiz yıl yeniden kullanıma açılmasına en çok sevinenlerden biri ben olmuşumdur herhalde…

Müzedeki hummalı tez çalışmasından arta kalan zamanlardaki gezilerimde en çok dikkatimi çekenlerden biri de Edirne evleriydi. Pırıl pırıl restore edilmiş olanları değil de, orijinal halini koruyanlar daha çok ilgimi çekerdi. Pek çoğuna ellerimi dayayıp gözlerimi kapayarak ve kokusunu içime çekerek o yaşanmışlığı hissetmeye çalıştığım çok olmuştur. Bu yazının yazılış amaçlarından biri olan İlhan Koman Evi’nin varlığını tesadüfen öğrenişim de yine böyle bir gezinti öncesi müzeden bir arkadaşın tavsiyesiyle olmuştu. (Evet, sonunda sadede gelebildim, değil mi? J ). Duyduğumda çok şaşırmıştım. Çünkü, İlhan Koman’ı bir heykeltıraş olarak tanıyan, 2005 yılında İstanbul’da Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde açılan retrospektif sergisini kaçırdığına üzülen, üstelik kendisinin Edirneli olduğunu bilen bendeniz Edirne’de bir İlhan Koman Evi olduğunu hiç bilmiyordum.  Bunda benim kişisel cehaletim kadar, yeterli tanıtımın yapılmamış olmasının da maalesef payı var. Edirne’ye gelmeden önce gezilecek yerlerin listesini sürekli tarayan biri olarak bu evi nasıl kaçırdığıma anlam verememiştim. İkinci şaşkınlığımı ise eve giremeyince yaşadım. Evin ziyarete açık bir müze olduğunu düşünmüştüm doğal olarak. Oysa bildiğin kapı duvardı. Yolum tekrar oralara düşmeyince de, o güzelim ev hafızamın bir köşesinde öylece kalakaldı. Edirne dönüşü tezi tamamlamak için sıkı bir çalışma dönemi başladı. Tez bitti, üzerinden yıllar geçti, o çok sevdiğim Edirne’yi son görüşümün üzerinden 10 yıl geçti. Tekrar gitmek de henüz kısmet olamadı ne yazık ki…

İlhan Koman ile bağlantım ise çalışma hayatına atılınca her geçen gün biraz daha arttı. Özellikle İskandinav ülkelerindeki müzayedelerde eserlerin yüksek fiyatlara gittiğini ve her yıl ölüm yıldönümünde oralarda anma törenleri yapıldığını gördükçe, 1990’lı yıllarda sanatçıyı anmak için Stockholm’de açılan bir sergisinde kendisi hakkında hazırlanan 30 dakikalık kısa filmin televizyonda da gösterilip çok ilgi topladığını okuyunca,  sanat anlayışı hakkında yazılmış yegane kitabın İsveçce olduğunu ve Türkçe’ye çevrilmediğini öğrenince hep hayıflanmışımdır; ülke olarak elimizdeki değerin kıymetini hiç bilemiyoruz diye…Edirne denilince hep Mimar Sinan adı öne çıkarılır haklı olarak. Ancak İlhan Koman da, benim için Edirne denilince hemen akla gelmesi gereken değerlerden biridir; bir nevi İkinci Sinan’dır.  Keza, yakın arkadaşı olan ünlü ressam ve yazar Abidin Dino da sanatçıyı tanımlarken  “…İlhan; çağımızın insanı, birkaç kültürün insanı, hem Yunus’un, hem Bedrettin’in, hem Sinan’ın torunu…” ifadesini kullanır. Onu dünya sanat tarihinde bu kadar değerli kılanın ne olduğunu anlamak için ise özgeçmişine, sanat anlayışına, dehasına ve heykele kattıklarına bir göz atmak gerekir. İlhan Koman 17 Haziran 1921 tarihinde Edirne’de, o yıllarda ‘Doktorun evi’ olarak adlandırılan konakta doğar. 1908 yılında, Rum doktor Dimsa tarafından Rum mimar ve ressamlara yaptırılan ve bugün ‘İlhan Koman Evi’ olarak bilinen bu konak, muayenehaneli bir doktor evi olarak planlanmış, Neo-Klasik üslupta özel bir yapıdır. Daha sonra İlhan Koman’ın babası doktor Fuat Koman tarafından satın alınır ve ‘Doktorun evi’ olarak anılması da bu tarihten sonradır. İlhan Koman, seçkin bir aile içinde yetişir. Baba tarafı Mohaç Savaşı’ndan sonra, Osmanlı’nın fethettiği bölgeye nüfus dengesini sağlamak amacıyla Anadolu’dan getirdiği Türkleri yerleştirme politikasının sonucu olarak, Konya’dan Yugoslavya’ya yerleştirilmiş Türk köylülerindendir. Babası Fuat Koman, I.Dünya Savaşı’na yüzbaşı olarak katılır. Savaş sonrasında, Yunan işgalinde tutuklanarak sürgüne gönderilir. Sürgün dönüşü Edirne’deki konağı satın alır. Doktorluğun yanı sıra toprakla da ilgilidir. Bugün Karaağaç’ta bulunan ‘Koman Çiftliği’ni satın alarak çiftçilik yapmıştır. Ailenin bir bölümü hala burada yaşamaktadır. Annesi Sevinç Leman hanım, yabancı okullarda eğitim almış, Fransızca ve Almanca’yı iyi derecede bilen, sanatla ilgili bir kadındır. İlhan Koman’ın sanat konusundaki yeteneğini annesinden aldığı düşünülür. Anne tarafından dedesi, II.Abdülhamid döneminde devrimci düşüncelerinden ötürü sürgüne gönderilen, Milli Mücadele yıllarında Trakya Paşaeli Cemiyeti’nin kuruluşuna öncülük eden ve son Osmanlı Meclisi’nde Misak-ı Milli Beyannamesi’ni okuyan Mehmet Şeref Aykut’tur. Son Osmanlı meclisinin kapatılmasından sonra İngilizler tarafından Malta’ya sürgüne gönderilen Mehmet Şeref Aykut, serbest kaldıktan sonra Anadolu’ya geçerek I.Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Edirne milletvekili olarak görev alır. Gerek Edirne, gerekse Cumhuriyet’in ilk yılları için önemli bir figür olan ve İlhan Koman’ın da büyük hayranlık duyduğu dede Mehmet Şeref Aykut, 1985 yılında Cemal Kutay tarafından hazırlanan ‘Üç Devirde Mehmet Şeref Aykut’ adlı kitap ile ölümsüzleştirilir. İlhan Koman’ın çocukluğu Edirne’de Kaleiçi’nde geçer. Kendisini o dönemden tanıyan mahalle arkadaşları -ki bunlardan bir tanesi de Türk solunun önemli isimlerinden Mihri Belli’dir- onu ‘içine kapanık, çok düşünen ve çok okuyan bir çocuk’ olarak tanımlar. Sanatçı da, çocukluk yıllarında bilye ve top oynamaya yanaşmayan, bir köşede oturup vida, cıvata ve kağıtlarla uğraşan bir çocuk olduğunu ifade eder. En ilginci de, henüz altı-yedi yaşlarında, Edirne’de bir demircinin dükkanına giderek hipnotize olmuş gibi saatlerce demirciyi seyretmesini anlatmasıdır. İlerleyen yıllarda Koman’ın yakın arkadaşlarından biri olan Yaşar Kemal, onun sonraki yıllarda geliştirdiği el becerisini bu yoğun ilgisine bağlar. İlhan Koman ise çocukluk ve ilk gençlik yıllarında sanatla uğraşmayı hiç düşünmediğini söyler. Ancak henüz beş-altı yaşlarındayken yazın dedesini ziyaret için gittiği İstanbul’da Haliç’te izlediği vapurların maketlerini yapmaya başlaması da bu işlere olan yatkınlığının bir diğer örneğidir. Okul yıllarında da her zaman sınıfın en iyi resim çizen öğrencilerinden biri olacaktır. Edirne Lisesi’nde okuduğu yıllarda hayalindeki meslek gemi inşa mühendisliğidir. Hatta bu dönemde dedesi Mehmet Şeref Aykut da kendisini bu alandaki eğitimi için Almanya’ya göndermeyi düşünür. Fakat on yedi yaşındayken tüberküloz olması nedeniyle tedavi için İstanbul’a gitmek zorunda kalır. Kendi deyimiyle uzun süren bu tedavi sürecini değerlendirmek maksadıyla 1941 yılında Güzel Sanatlar Akademisi’ne başvurur ve resim bölümüne kabul edilir. Ertesi yıl heykel alanındaki yeteneği keşfedilince bu bölüme geçer ve Rudolf Belling’in öğrencisi olur. 1946 yılında akademiden dereceyle mezun olduktan sonra, devletin açtığı burs sınavını kazanarak Paris’e gider. 1950 yılına kadar Paris’te kalan ve Academie Julian ile l’Ecole du Louvre’da çalışmalarını sürdüren İlhan Koman, bu süre içinde çağdaş akımlara yakınlık duyar. Sadi Öziş, Şadi Çalık, Neşet Günal ve Mübin Orhon ile birlikte kurdukları Soyut Sanat Atölyesi’nde çalışır. Anekdottan ve doğa taklidinden uzaklaşmayı hedefleyen binlerce desen çizer. Sık sık gezdiği Louvre Müzesi’nde özellikle Mezopotamya ve Mısır sanatından etkilenir. Rodin, Brancusi ve Giacometti’nin eserleri sanat anlayışında yeni ufuklar açar. Paris yıllarında özellikle taş eserler üzerinde yoğunlaşan Koman, bu yıllardaki çalışmaları sırasında geliştirdiği soyut formlar üzerine kurulu yapıtları ile 1948 yılında Paris’te düzenlenen ‘Yeni Gerçekçilik’ sergisine katılır. Eserleri ertesi yıl Gallerie Mai’de de sergilenir. 1951 yılında Türkiye’ye döner ve Güzel Sanatlar Akademisi Heykel Bölümü’ne asistan olarak atanır. Dönüş tarihi, İkinci Dünya Savaşı’nın bitişinin sadece birkaç yıl sonrasıdır. Türkiye’de de, diğer pek çok ülkede olduğu gibi savaşın yarattığı ekonomik ve sosyal buhranın izleri ile yeni dünya düzenine alışma çabaları sürmektedir. Üstelik Türkiye’de çok partili dönem ile birlikte Adnan Menderes’li yıllar başlamıştır. Dolayısıyla o yıllarda Türkiye’de sadece heykeltıraş olarak yaşam sürdürebilmek güçtür. Heykel, bizim kültürümüzde alınıp satılabilen, geçim sağlayabilecek bir obje olarak değerlendirilmediği için pek çok sanatçı gibi İlhan Koman da, akademideki görevinin yanı sıra farklı alanlara ve abide yapımına yönelir.  Anıtkabir Projesi kapsamında açılan yarışmaya katılarak kazanır. Anıtkabir’de mozoleye çıkan merdivenlerin doğu kanadındaki ‘Sakarya Meydan Muharebesi’ konulu rölyefleri gerçekleştirir. Paris’te görüp etkilendiği Mezopotamya ve Mısır rölyeflerinden izler taşıyan bu çalışmasında vücutlar önden, yüzler ise genelde profildendir. İki bölümden oluşan kompozisyonda, alt kısımda savaşı, merdivenlerin olduğu yere denk gelen üst kısımda ise zaferi işler. 1953 yılında akademi bünyesinde kurulan metal atölyesinde Sadi Öziş, Hadi Bara, Şadi Çalık ve Zühtü Müridoğlu ile çalışmaya başlar. Bu atölyede, ek gelir olsun diye ürettikleri metal mobilyalar insan vücuduyla son derece uyumlu ve ergonomik olduğu için çok beğenilir. Fabrikatör Mazhar Süleymangil’in sağladığı sermaye ile Şadi Çalık ve Sadi Öziş ile birlikte ‘Karemetal’ adlı mobilya atölyesini kurar. İlhan Koman bu dönemi “sanatla insanların kafalarına hitap edemeyenlerin, kıçlarına hitap ettikleri” bir dönem olarak tanımlasa da, tasarladıkları mobilyalar hem özgün konstrüksiyonları hem de öncü konumları ile modern mobilyanın ilk örnekleridir. 1955’te Ali Hadi Bara, Şadi Öziş ve mimar Tarık Carım ile Türk Grup Espas’ı kurar. Grup, 1952 yılında, Fransa’da Andre Bloc öncülüğünde kurulan ve 19. yüzyılda başlayan makine üretimiyle yaygınlaşan zevksizlikle savaşan Fransız Grup Espas’tan esinlenerek kurulur. Türk Grup Espas’ı ‘Syntheses des Arts Plastique’ adıyla düşüncelerini açıklayan bir bildiriyi Architecture d’Aujor’dhui ile Aujor’dhui dergilerinde yayınlar ve bildiri Fransız Grup Espas’ı tarafından da kabul edilir. Bu şekilde dünyada adlarını duyurunca, Knoll International’den yaptıkları mobilyaları orada üretmek için teklif gelir. Ancak o dönemde yurtdışına çıkmak gerçekten de çok zordur ve bütçe kısıtlıdır. Bu yüzden de mobilya yapımına İstanbul’da proje geldikçe devam ederler.

1958 yılında, Brüksel’de düzenlenen uluslararası bir sergiye katılımı İlhan Koman’ın hayatında yepyeni bir sayfa açar. Sergideki Türk pavyonu için açılan yarışmayı Utarit İzgi, Muhlis Türkmen, Hamdi Şensoy ve İlhan Türegün’ün yaptığı proje kazanır. İlhan Koman’ın akrabası olan Utarit İzgi, pavyondaki Pilon kulenin yapımını Koman’a teklif eder. Sanatçının altı ay süreyle orada kaldığı bu dönemde çalışmaları Kuzeyli sanatçıların dikkatini çeker. Burada mimar Ralph Erskine ile tanışır ve onun daveti ile mimari tasarımları için form araştırmaları yapmak üzere İsveç’e gider. 1959 yılında başlayan ve kendisinin ‘gönüllü sürgün’ olarak adlandırdığı bu İsveç dönemi 1986 yılındaki ölümüne kadar sürecektir. Koman’ın ülkeden temelli gidiş kararı almasında, Türkiye’de sanat ve sanatçıya hak ettiği değerin verilmemesi, maddi zorluklar gibi gerekçelerin yanı sıra, dönemin iktidarı ile geçinemeyişinin ve kendi deyimiyle “bir mahkum gibi heykel yapmaya koşullandırılışının” da kuşkusuz payı vardır. Önce Stockholm yakınlarında ufak bir daire kiralayan Koman, 1965 yılında M/S Hulda adlı 1905 yapımı, iki direkli bir yelkenliyi satın alarak içinde yaşamak ve çalışmak üzere restore ettirir. Kışları İsveç’in soğuğunda donan denizin buzları arasında sıkışan bu tekne ile Drottningholm’de demir atar, yaz döneminde buzların erimesiyle denize açılır. Teknenin demir attığı yerin karşısında bir mağaraya kaynak malzemesini ve diğer malzemeleri yığar, heykel çalışmalarına Hulda ile mağara arasında mekik dokuyarak devam ettiği dönem başlar. Koman’ın teknesi Hulda bir sanat merkezi olmasının dışında, zamanla Türkiye’den siyasi nedenlerle ayrılmak zorunda kalanlar için de bir sığınağa dönüşür. Örneğin, 12 Mart 1971 muhtırasının yarattığı kasırgadan nasibini alarak Türkiye’den ayrılmak zorunda kalan Zülfü Livaneli de otobiyografisi “Sevdalım Hayat” adlı kitabının “Gemide Bir Evliya” adlı bölümünde İlhan Koman ile tanışmasını “O gün yine ‘Hoş geldin yahu evliya!’ diye karşıladı beni. Herkese evliya deme alışkanlığındaydı. O da sanki beni yıllardır bekliyor gibi konuşmuştu. Türkiye’deki durumu biliyorlardı, benden önce birçok politik mülteci gelmişti oralara” diyerek anlatır. İlhan Koman’ı yalnız ve sessiz bir adam olarak tanımlayan Livaneli, eğer gençliğinde Stockholm yerine Paris’e yerleşmiş olsaydı en az Brancusi kadar tanınan bir heykeltıraş olacağını da ekler ve bugün değerini sadece ciddi sanat çevrelerinin biliyor oluşundan, haklı olarak, yakınır. (Burada sevimli bir parantez açalım; ‘Evliya’,  İlhan Koman’ın sevdiği ve yakın gördüğü kişilere hitap şeklidir. Bu hitap, heykeltıraşın yakın dostu Can Yücel’in kendisi için yazdığı ‘Bir Evliya’ya’ adlı şiire de ilham vermiştir. Zülfü Livaneli de “Bu evliyanın içinde neler yoktu ki” der ve ekler; “Drottingholm sularında demirlemiş olan gemide yaşayan ak saçlı, ak sakallı bilgenin size uzattığı sıcak dostluk elinin adıydı bu”).

İlhan Koman Türkiye’deki son yıllarında ve İsveç’e gittiği ilk yıllarda yapıt malzemesi olarak genellikle metali tercih eder. Özellikle demiri yeğlediği 1956-1965 yılları arasındaki dönemini kendisi ‘Demir Çağı’ olarak adlandırır. Bu dönemde, malzemeye teslim olmadan, maddenin sesine kulak vermeyi ve sırrına vakıf olmayı amaçlar. Demirle adeta boğuşur, hatta onu ateşte kızdırıp şekle sokmaya uğraşırken işkence ettiğini bile düşünür. Ancak sonuçta heykellerinde demirin sertliğini yüceltip güzelliğini yansıtır; karakteristik ayrıntılar ile estetik açıdan kendisini de tatmin eden dramatik bir ifadeye ulaşır. Bu dönemki eserlerine spesifik bir ad vermek yerine çoğunu ‘İsimsiz’ olarak adlandırır. 1960’lı yılların sonuna doğru ise sanatın teknolojik uygulamalar ve bilimle, özellikle de geometri ve matematik ile iç içe geçtiği yeni bir dönem başlar Koman için…Artık sanatçının tabiri caizse matematikle dans ettiği ve kendisine ‘Türk da Vinci’ sıfatını kazandıran eserlerini yarattığı yıllar başlamıştır. Daha ziyade ahşap eserleri ile karşımıza çıksa da, duralit, bronz, demir ve plastik gibi pek çok malzemeyi de kullanır ve geometrik; katlanarak, kavisler çizerek, iç içe geçerek tasarımın sınırlarını zorlayan ve üç boyutlu paradokslar doğuran eserlerini yaratır. 1969-1971 yılları arasında altın kesitin yeni uygulanışı olarak sunduğu ve ‘Hiperform’ adını verdiği topolojik bir form üzerinde yoğunlaşır. Sanatçının anısını yaşatmak adına 1999 yılında İstanbul’da kurulan Koman Vakfı Hiperform’un tanımını “Dört eşit kareden oluşan bir dikdörtgenin uçlarının 360 derece kıvrılarak birleştirilmesi ile ortaya çıkar. Kare sayısının katlarla artması ve her katta kıvrılmanın da orantılı olarak (360 derece, 720 derece…) arttırılmasıyla şeklin katsayı türevleri ortaya çıkar” şeklinde yapmaktadır. Bunu defalarca okuyup anlayamadığımda; “Bizim gibi faniler için, hele de benim gibi okul hayatı boyunca matematikten çok çekmiş bir fani için,  anlaşılması karmaşık, ancak İlhan Koman gibi sanatıyla ölümsüz dehalar için uygulaması gayet açık ve net bir tanım sanırım” diye düşünmüştüm. Yaptığım arşiv taramasında, 2006 yılında Cumhuriyet’in Bilim ve Teknoloji ekinde yer alan şu haberi okuyunca İlhan Koman’ın farkını bir kez daha anladım: “Gelişebilir yüzeyler üzerinde çalışan bilim adamları ve tasarımcılara yeni ufuklar açabilecek Koman’ın Hiperform ve Pi serileri 4-9 Ağustos  tarihleri arasında Londra’da disiplinler arası Bridges; Sanat, Müzik ve Bilimde Matematiksel İlişkiler Konferansı’nda sunuldu…Koman’ın çoğu eserinin henüz matematiksel tanımları yapılmamış bilimsel kavramlar içermeleri nedeniyle, İngiltere ve ABD’den matematikçiler de eserleri üzerinde çalışmayı önerdiler”. Görüldüğü gibi, ölümünden yıllar sonra bile hala sanatsal ve bilimsel çerçevede tartışılan, gündem yaratan (kendi vatanı Türkiye hariç maalesef) ve eserlerinin sırrı çözülemeyen bir deha ile karşı karşıyayız. Bu formun büyük boyutlu uygulaması ise İsveç’te Atlas Copra şirketi için gerçekleştirilir. Sanatçının bu işle uğraştığı günlerin bir tanığı da yine Zülfü Livaneli’dir. İsveç’e gittiği ilk günlerde İlhan Koman Atlas Copra için bir çelik levhayı eğip büküyor, dünyada eşi benzeri olmayan biçimlere sokuyor ve bu eylemini “Hacmi yok etmeye çalışıyorum evliya” diye açıklıyordur. Sonunda bir gün çelik heykele dönüşür ve Koman “İşte hacimsiz bir heykel” diye sevinir. Bu heykel daha sonra ‘Koman formu’ olarak literatüre girer ve sanatçı Hiperform’un patentini alır. 1970’li yılların başında yel değirmenlerine ilgi duymaya başlar. ‘Kinetik heykel’ olarak adlandırdığı rotorlar yapar. Teknik kullanıma açık, rüzgarın yönünden etkilenmeyen bu pervaneler, rüzgarın gücüyle malzemeye verilen bükümlü formun uyum içinde hareket ettiği estetik mobillerdir. ‘Koman rotoru’ olarak isimlendirilen bu eserler, 1970’lerde alternatif enerji üretme yöntemlerinin bir uygulamasıdır ve en önemli özellikleri rüzgar şiddetine yüzeylerini ve dolayısıyla hızlarını ayarlayabilmeleridir. Bu rotorlardan biri Stockholm’de Ararat Sergisi’nden beri Moderna Museet’te; diğeri de Huddinge Hastanesi’ndedir. 1975-1980 arası ise İlhan Koman’ın ‘∞ -1’ (Sonsuzluk Eksi Bir) adını verdiği eserlerin dönemidir. Bu, çocukluğumuzdaki uçurtma kuyruğu yapımında şeritlerle yaptığımız mantıktan başlayan birçok türev içerir. Kağıt kesme-katlama sanatı mantığından yola çıkarak ürettiği bu yılansı kıvrımlar, girdaplar baktıkça insanı içine çeken ve sarmallaşıp kavisler çizerek sonsuzluğa uzayan çalışmalardır. Heykeltıraş, bu formları elde etmek için alüminyum ve tahta gibi malzemelerin esnekliğini kullanmıştır. Yine bu yıllarda yaptığı ‘Brancusi’ye yanıt’ (1975) tahtanın esnekliğini kullanarak yaptığı; kendi anlatımıyla önce ağaç çıtalarını büküp dalga şekline soktuğu, sonra da birbirine dik açılarda duran dört yüzeyden oluşan bir sütun elde etmek için bunları temas noktalarından yapıştırmak suretiyle sonsuzluğa uzanan bir dalga imgesi oluşturduğu en meşhur ve kült eserlerinden biridir. Tahtanın elastikliğinin diğer özelliklerinden bağımsız ayrı bir varoluşu olduğunu söyleyen İlhan Koman’ın, yürümeyi andıran bir biçimde hareket edebilen heykeller üzerindeki çalışmalarının bir ürünü olan ‘Gezinen İhtiyarlar/Derviş’ adlı heykelleri de diğer öne çıkan eserlerindendir. Bu heykeller form olarak süpürgeye benzetilebilir. Süpürgenin kılları ise koni şeklindeki ayakları oluşturur. Hafif bir itekleme sonucu hareket etmeye başlarlar. Yani, burada da sanatçı tahtanın esnekliğinden gelen bütün avantajları kullanır. 1980’li yıllar ise ∏ (Pİ) sayısı ile geçer. Bu seri, yassı bir dairenin çapı değişmeden yüzeyinin ∏’nin katlarıyla attırılarak kıvrılmasıyla oluşur. Başka bir deyişle; sonsuz sayıda ∏’nin küresel bir form oluşturacağı hipotezinden yola çıkarak kürenin her noktasında merkezinden aynı uzaklıkta bir yüzey olduğu tanımının dışına çıkar, merkezine ‘dokunmaz’ şaşırtıcı küreler ortaya çıkarır. ∏’lerin sayısı arttıkça iç içe kıvrımlar oluşturan merkezi unutturan bu küresel labirent üç boyutlu paradoksal yapıların en mükemmel örneklerinden biridir. Kendi içinde katlanan, kendini dolduran periferi ve merkez arasındaki uzaklığı yok eden bu şiirsel tasarım, İlhan Koman’ın yaratımındaki çok boyutluluğun da bir örneğini teşkil eder. Koman, bu yıllarda Ferit Edgü’yle yaptığı söyleşide “…Ben bilimsel bir araştırmaya yöneldim. Bilimle sanat bir yerde buluşamaz mı? Heykelde bu buluşmayı gerçekleştirmeye çalışıyorum…Ben işe yarayan biçimler peşindeyim nicedir. Heykelci olarak değil; bir biçim sanatçısı olarak, yeni biçimler yaratmanın peşindeyim” demektedir. Aynı dönemde Moebius’un sonsuzluk işareti (∞) olarak da kullanılan bandına ilgi duyar ve üç boyutlu piramit ve Moebius bandı (Möbius şeridi) yorumları gerçekleştirir. Bunlardan bir türev, Stockholm’deki merkez garında büyük boyutlarda gerçekleştirilir (Portal/Cümle Kapısı). Bilim ve sanatın birbirine karıştığı, ancak bilimin ağır bastığı bu tasarımlar İlhan Koman’ın son dönemini oluşturur. Sanatçı, 30 Aralık 1986 tarihinde İsveç’te vefat eder. Vasiyeti üzerine cesedi yakılır ve külleri Baltık Denizi’ne savrulur.

Sanatçının yapıtlarından ve sanat anlayışından bahsederken anıtsal eserlerini ve akademik kariyerini anmadan geçmek olmaz. 1967 yılında Stockholm Uygulamalı Sanatlar Yüksekokulu öğretim üyeliğine getirilen İlhan Koman, aynı yıl Sundsvall’daki meydanın düzenlemesi için açılan yarışmada birinci olur ve projesi 1969-1971 yılları arasında uygulanır. 1970 yılında Örebro Belediye Binası önüne yerleştirilecek heykel için açılan yarışmada ise birincilik ödülünü mimar Çetin Kanra ile paylaşır. ‘Leonardo’ya Selam’ adlı bu anıt heykel daha sonra İsveç hükümeti tarafından satın alınarak Stockholm Mimarlık Yüksekokulu’nun önüne yerleştirilir. Yaklaşık aynı yıllarda yeni yapılan parlamento binasına asılmak üzere İsveç kraliyet armasının bir rölyefini yapar. Çok görkemli bir iş çıkaran Koman, rölyefin altına “Sizin devletin alamet-i farikasını bir kara kafalı yaptı” yazan bir kağıt sıkıştırdığını Zülfü Livaneli’ye ve Arslan Mengüç’e anlatmıştır. Böylece, eğer bir gün yenilenmesi için indirilirse İsveçliler bu yazıyı görüp şaşıracaktır. Bu yazı, içine işlemiş yabancılık duygusunun ve gönüllü sürgün ruh halinin bir nevi dışavurumudur. Kara kafa, sarışın İsveçlilerin yabancıları aşağılamak için kullandığı bir ifadededir ve İlhan Koman da, İsveç’teki ününe rağmen bu sıfattan dönem dönem nasibini almıştır maalesef. Sanatçının 1970 yılında Paris’te gerçekleştirdiği ve sonradan bronza dökmeyi tasarladığı pişmiş toprak heykelciklerinden 10 tanesi, ölümünden sonra, 1989 yılında ailesi ve Galeri Nev’in girişimleriyle İtalya’da Pietrasantra’daki Giuseppe Belfiore Atölyesi’nde bronza dökülerek 1990 yılında sergilenir. Mitolojik kahramanlar ile hayvanları çağrıştıran bu eserlerden bir tanesi Ankara Belediyesi tarafından seçilerek 1992 yılında aynı atölyede büyültülerek bronza dökülür ve Ankara’da Seymenler Parkı’na dikilir. (Burada bu kez sevimsiz bir parantez açalım. Bu güzelim heykel 25 Mayıs 2016 tarihinde ne yazık ki çalındı. Bronz olmasından dolayı oldukça ağır bir heykelin bu kadar merkezi bir yerden çalınabilmesi manidardır. Konunun muhattabı olan makamlar ise üç maymunu oynamaktadır. Evet, kapatalım parantezi). Heykeltıraşın Türkiye’deki en bilinen anıtsal yapıtı ise bugün Yapı Kredi Sigorta Genel Merkezi’nin (Levent-İstanbul) önünde bulunan ‘Akdeniz’ adlı çalışmasıdır. Heykel Halk Sigorta’nın isteği üzerine yapılarak 1980 yılında şirketin Zincirlikuyu’daki genel müdürlük binası önüne yerleştirilir. İlhan Koman bu heykel ile 1981 yılında Sedat Simavi Vakfı Görsel Sanatlar Ödülü’nü kazanır. Kağıt kesme-katlama tekniğine bağlı olarak yapılan Akdeniz heykeli, birbirine eşit uzunlukta ve 4,5 ton ağırlığında, kaynaklarla birleştirilmiş çok sayıda saç levhadan oluşur. Kollarını açmış bir kadın formunda tasarlanmış heykelin yüz ifadesi serttir. Bu sertlik, insanlardan gördüğü kötülüğe karşı bir kızgınlık ifadesidir. Koman, Arslan Mengüç ile yaptığı röportajda Akdeniz’in kirlenmesine, mahvolmasına atıf yaptığını da ifade eder. Bir nevi çevre kirliliğine karşı vakur bir protesto yani…Akdeniz heykeli incecik dilimleri ile tüm ağırlığına rağmen, uçucu bir hafifliğin heykelidir aynı zamanda. Kesintinin sürekliliği, dilimlerin arasındaki eşit boşluk hacmi, heykele bakan kişi hareket ettiğinde sanki heykel de hareket ediyormuş izlenimi verir. İlhan Koman, bunu bir çeşit sinetik bir göz yanılgısı olarak tanımlar. 2005 yılında heykel İstanbul’da Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde düzenlenen İlhan Koman Retrospektif Sergisi’nde sergilendikten sonra, bugünkü yerine yerleştirilir.  Bu güzelim heykel, 17 Temmuz 2014'te İsrail'in Gazze'ye kara harekatına başlamasını protesto eden bir grup Anadolu çomarı (!) tarafından nedense yıkılmaya çalışılmış, başaramayınca da maalesef tahrip edilmiştir. Sanatçının ülkemizdeki bir diğer anıtsal çalışması ise İstanbul’da Taksim’deki Divan Oteli önünde duran 1968 tarihli ‘İsimsiz’ adlı demir heykelidir. Bu cümleyi yazdıktan sonra şeytan dürttü, son durumuna bir bakayım dedim. Çünkü Divan Oteli 2008 yılında yıkılarak yeniden yapıldı ve yeni otelin açılışı 2011 yılında gerçekleşti. Otel yenilenirken, tüm sanat eserlerinin tekrar eski yerlerine konacağı sözü verilmesine karşın, İlhan Koman’ın heykeli yer olmadığı gerekçesiyle maalesef otelin önüne yerleştirilmemişti. O dönem basında tartışma konusu olmuştu. Otel ile yaptığım görüşmeler sonucu tekrar yerine konduğunu teyit edip rahat bir nefes aldım.

Moderne Muséet (Stockholm), Musée d’Art Moderne de la Ville de Paris, Museo J. Battle (Montevideo), MOMA (New York), Palais International des Beaux Arts (Brüksel), Seattle Art Museum (Seattle, Washington) ve İstanbul Resim Heykel Müzesi gibi yurtiçi ve yurtdışındaki pek çok önemli müzede eserleri bulunan ve dünyanın en ünlü meydanlarında anıtsal heykelleri yer alan heykeltıraşın ülkemizde hak ettiği değeri görmediğini yazının başından beri her fırsatta belirttim…Yazıyı hazırlarken elimden geldiğince bir kaynakça taraması yaptım. Yayınlar genellikle yabancı dilde. Hatta Türk akademisyenler de çoğunlukla yabancı dilde yayın yapmayı tercih etmiş. Piyasada İlhan Koman’ın sanatı hakkında hazırlanmış en kapsamlı Türkçe eser olarak, sanatçının 2005 yılında, Fransa ve İsveç Konsoloslukları, İlhan Koman Kültür ve Sanat Vakfı ile Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık işbirliğinde açılan retrospektif sergisi için basılan kitaba rastladım sadece. Türk heykel sanatıyla ilgili yazılmış kitaplarda veya sergi kataloglarında da hakkında bilgi bulabiliyorsunuz. Sanatçı ile ilgili Prof.Dr.Kıymet Giray’ın ve Kaya Özsezgin’in makaleleri, Abidin Dino, Güneş Karabuda, Yaşar Kemal, Ferit Edgü, Arslan Mengüç gibi önemli isimlerin yazıları da mevcut. Ayrıca Yapı Kredi Yayınları’nın Sanat Dünyamız adlı yayının 82.sayısında yayınlanmış yazılar ile çeşitli sempozyumlarda sunulan bildiriler, dergilerde çıkmış metinler de var. Koman Vakfı’nın web sitesinde bir bibliyografya bölümü var; vakfa mail atıp rica ederseniz, 1987-2008 arasında yazılmış 500 civarı yazıyı sizinle paylaşabileceklerini yazmışlar. İlhan Koman, Çanakkale 18 Mart Üniversitesi’nde bir lisans; Trakya Üniversitesi’nde ise bir yüksek lisans tezine de konu olmuş, ancak maalesef çok kısa ve yüzeysel olarak ele alınmış. Ayrıca Trakya Üniversitesi bünyesinde yakın zamanda İlhan Koman Resim ve Heykel Müzesi hakkında bir yüksek lisans tezi hazırlanmış; tez erişime kapalı olduğu için içeriğine bakamadım. Sanatçının biyografisi olarak kabul edilebilecek Fatma Semiha Uçuk ile Ayhan Tunca’nın kitapları var. Fatma Semiha Uçuk’un kitabında İlhan Koman’ın ailesi, çocukluk arkadaşları ve sanatçı dostları ile yapılmış söyleşiler de mevcut. Ayhan Tunca’nın “Tıraşsız Heykeltıraş Edirneli İlhan Koman” adlı kitabı ise sanatçıyı her açıdan tanıtma amacıyla hazırlanmış; özgeçmişi, sanatı hakkında bilgi veren ve Ayhan Tunca’nın Edirne yerel basınında sanatçı hakkında yazdığı yazıları da içeren önemli bir kitap. Ancak bu kadar önemli bir heykeltıraş hakkında Türkiye’deki üniversitelerde daha kapsamlı ve nitelikli bir tez çalışması yapılmaması, sanatı hakkında detaylı monografik kitaplar yazılmaması büyük kayıptır. İlhan Koman’ın kız kardeşi Gönül Dilan, Ayhan Tunca ile İlhan Koman Evi’nde yaptığı söyleşide Koman’ın sanatı hakkında yazılmış yegane kitabın İsveç’ce olduğunu ve sadece özgeçmişini içeren ilk kısmın Türkçe’ye çevrildiğini anlatmıştır. Üç İsveçli profesörün sanatçının yapıtlarını matematiksel olarak çözümlemek suretiyle anlattığı ikinci bölümün ise tercüme edilmediğini vurgulamıştır. Aynı söyleşide Gönül Dilan, müze yapılması amacıyla devlete verilen İlhan Koman Evi’nin acıklı durumunu da anlatır. İlhan Koman’ın doğup büyüdüğü bu tarihi konak, memleketinde sanatçıdan bir iz kalması ve anısının yaşatılması düşüncesiyle aile tarafından sembolik bir para karşılığında devlete verilir. Gönül Dilan, evin en azından bir katının müzeye dönüştürülmesini ve İlhan Koman’ın kişisel eşyalarının, heykellerinin sergilenmesi şartı ile evi bağışladıklarını özellikle belirtir.  Ev müze olarak güya düzenlenmiş, ancak aile tarafından verilen fotoğraflar, sanatçının kişisel eşyaları ve birkaç heykeli bakımsızlıktan zamanla tahrip olmuştur. Bu yıllarda, evin sadece adı müzedir; personel, sergileme özeni ya da eserleri herhangi bir koruma çalışması yoktur. Gönül Dilan, heykellerden bazılarının kırılmış olduğunu, bazılarından da izinsiz kopyalar alındığını fark edince heykelleri ve diğer eşyaları geri almıştır. Söz konusu heykeller Koman’ın öğrencilik yıllarında yaptığı çalışmalardır ve II.Bayezid Külliyesi içinde bulunan Resim Heykel Müzesi’ne verilmiştir. Bu heykeller, günümüzde, Trakya Üniversitesi’nin Karaağaç yerleşkesinde bulunan ve 2014 yılında açılan İlhan Koman Resim ve Heykel Müzesi’ndedir. Ev ise zamanla Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından kullanılan bir devlet dairesine dönüşmüştür. 2007 yılında ev Edirne Valiliği tarafından restore edilmiştir. Koman ailesi, bu dönemde evin müze haline getirilmesi için her türlü desteği vermeye hazır olduğunu yine belirtmiştir. Evin akıbetini en iyi takip edenlerden biri olan Edirneli gazeteci/yazar Ayhan Tunca da, Edirne Haber Gazetesi ve Yöre Dergisi’ndeki yazılarında evin müze olması gerektiğini sık sık dile getirmiştir. Ancak restorasyonun bitiminden sonra bina yeniden Koruma Kurulu’na tahsis edilmiştir. O dönemde evin durumu sadece yerel basında değil, ulusal medyada da yer almış; CNN Türk’te 5N1K programında konu tartışılmıştır. Edirne Haber Gazetesi evin ne olarak kullanılması gerektiği konusunda yaklaşık 2000 kişinin katıldığı bir anket düzenlemiş ve %98 oranında müze yapılması istendiği sonucu çıkmıştır. Dönemin Edirne valisi Nusret Miroğlu da evin müze olması gerektiği konusunda hemfikirdir. Ancak konuyu Kültür Bakanlığı’nın çözmesi gerektiğini ifade eder; çünkü müze yapıldığı takdirde burayı işletebilmek için personel gerekecektir. Oysa bakanlık var olan müzelerini bile doğru düzgün işletememekte ve personel sıkıntısı çekmektedir. (Burada yine ‘sevimsiz’ bir parantez açalım. Bakanlık personel sıkıntısı çekerken, benim gibi bu işin eğitimini almış çok sayıda arkeolog ve sanat tarihçisi de devlette kadro bulamamakta ve özel sektörde bu alanda pek istihdam olmadığı için işsizlik girdabında boğulmaktadır. Personel yetersizliği gerekçesiyle müzeler kapalı dururken, bizim bölüm mezunlarının en çok yaptığı iş de ilaç mümessilliğidir. Bu ne yaman çelişki değil mi? Hadi yine kapatalım parantezi). O dönemde evin müze olup olmaması konusundaki tartışmalar birkaç ay sürmüş, ancak sonuç çıkmamıştır.

Restorasyonun tamamlanıp bu tartışmaların yaşandığı tarihten bu yana on yıla yakın bir süre geçti. Ben fırsat buldukça İlhan Koman Evi’nin akıbetini takip etmeye çalıştım. Geçtiğimiz 2015 yılı itibariyle hala devlet dairesi olduğunu duymuştum. Bu yazıyı yazmaya karar verdiğimde, hani belki değişen bir şeyler vardır umuduyla, konuyla en çok ilgilenen gazetecilerden biri olan Ayhan Tunca’yı aradım. Sesi ile ilgili bir sağlık problemi yaşamasına ve konuşması yasak olmasına rağmen beni kırmayarak sorularımı yanıtladı. Öğrendiğim kadarıyla ev ile ilgili hala bir arpa boyu yol alınabilmiş değil. ‘Müze-kent’ olarak tanımlanan Edirne’de, Floransa’dan sonra metrekare başına en çok tarihi eser düşen ikinci kent dediğimiz yerde koskoca bir tarih ve sanatsal değer çürümeye bırakılmış halde…Oysa evin müze yapılması kent içinde yeni bir sayfa açabilecek bir olaydır. Konağın içinde barındırdığı sadece tek bir kişinin değil, adı tarihe mal olmuş koca bir ailenin geçmişidir. Ayhan Tunca, ev müzeye dönüştürüldüğü takdirde sadece İlhan Koman ile sınırlı kalınmamasını; Mehmet Şeref Aykut, Dr.Fuat Koman ve eşi Sevinç Leman Koman için de en azından birer oda ayrılmasını, bence çok haklı olarak önermektedir. Geriye kalan odalar ise, müzenin ana figürü olan İlhan Koman’ın hayatından ve sanatından kesitler sunacak şekilde kronolojik olarak ‘Edirne yılları’, ‘Akademi öğrencilik dönemi’, ‘Paris yılları’, ‘İstanbul dönemi’ ve ‘İsveç yılları’ şeklinde fotoğrafları, eserleri ve bazı kişisel eşyaları ile düzenlenmelidir. Gönül Dilan, yıllar önce ev müze yapıldığı takdirde İlhan Koman’ın İsveç’teki eserlerinin bir bölümünü de getirtmeyi düşündüğünü söylemiştir. Bu mümkün olamasa bile, en azından eserlerin fotoğrafları ya da maketleri ile sanatçıyı tanıtmak mümkündür. Koman ailesi, sanatçıya yeterince sahip çıkmadığı için yıllardır Edirne yerel yönetim birimlerine ve Edirnelilere haklı olarak kırgındır. Ben yıllar önce Edirne’de evi ararken sorduğum çoğu Edirneli’nin konuya Fransız olduğuna bizzat şahit olmuştum maalesef. Ayhan Tunca 1998 yılında yazdığı bir yazıda kitap fuarı için şehre gelen rahmetli Erdal İnönü’nün yaptığı konuşmada büyük heykeltıraş İlhan Koman’ın Edirneli olduğunu bilmediğini, tesadüfen şimdi öğrendiğini söylediğinde kent ve hemşerileri adına utandığından bahseder ve Erdal İnönü kadar kültüre önem veren, üstelik Edirne’ye de daha önce gelip gitmiş birinin bile İlhan Koman’ın Edirneli olduğunu duymamasında bu değeri yeterince tanıtamamış olduklarının büyük payı olduğunu söyler. Yıllar sonra, sanatçının 2005 yılında İstanbul’da açılan retrospektif sergisine de, ne Edirne yerel yönetiminin, ne de Edirne halkının hiç ilgi göstermediğinden yakınır. Aynı ilgisizliğin 2000’li yılların ikinci yarısında İstanbul, Ankara ve İzmir’de açılan sergilerde de sürdüğünü tahmin ediyorum. Örneğin, bu dönemdeki sergilerinden en ilginci Santralİstanbul’da olandır. İlhan Koman’ın on yedi eseri Eylül 2007-Haziran 2008 arasında Santralİstanbul’da ‘Modern ve Ötesi’ adlı sergide yer aldı. Eserler, 10.İstanbul Bienali’nde de sergilendi. Sergide, sanatçının ‘Sonsuzluğa…’ (To Infinity…) adlı eseri, Stockholm’de heykeltıraşın asistanlığını yapan Marco Veschetti tarafından, Koman Vakfı ekibinin de yardımıyla, anıtsal boyutlarıyla (6 m uzunluğunda) yeniden canlandırıldı. Bu sanatçının ölümünden sonra anıtsal boyutlarda uygulanan altıncı eseridir. Benzer uygulamaların bizzat memleketi Edirne’de de ol(a)maması çok üzücüdür. Arşiv taraması yaparken, gazeteci/yazar/fotoğrafçı Enver Şengül’ün konuyla ilgili bir yazısına rastladım. 2013 tarihli yazıda İlhan Koman'ın Edirne’de Antik Park köşesine yaptırılan ünlü "pi" heykelinin uyarlamasının etrafını Belediye’nin demir parmaklıklarla çevirdiğini anlatıyordu. Gerekçesi ise heykelin muhtemelen tahrip edilmesi ve geceleri heykel kıvrımlarının tuvalet olarak kullanılmasıymış. Nasıl kahroldum anlatamam… Bu arada, 2003 yılından beri, Trakya Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi tarafından düzenlenen ‘İlhan Koman Heykel Sempozyumları’ ve 2014 yılında Karaağaç yerleşkesinde açılan Resim ve Heykel Müzesi’ne İlhan Koman adının verilmesi sanatçının anılması ve tanıtımı açısından sevindirici bir gelişmelerdir tabii ki; ancak yeterli değildir. Dolayısıyla, en azından bu müzenin layık olduğu şekilde açılması bir yerde Edirne’nin, bu değerli hemşerisine vefa borcu ve özrü olacaktır. Kaldı ki, böyle bir müzenin varlığı Edirne’nin turizm potansiyeli için de büyük bir kazançtır. İş gereği yurtdışı sanat piyasası ile sürekli irtibat halinde olan biri olarak İlhan Koman’ın sadece İskandinav ülkelerinde değil, Avrupa ve Amerika’da da tanınan ve çok beğenilen bir heykeltıraş olduğunu biliyorum. İlhan Koman Evi’nin müze olarak açılışı ve gerekli tanıtımın yapılışı Edirne’ye çok sayıda yabancı turist çekecektir. Ben kendi adıma, müze açıldığı takdirde, ulaşabildiğim, tanıdığım tüm uluslararası birimlere gerekli bilgilendirmeyi yapmaya hazırım. İlhan Koman’ın uzun yıllar ev ve atölye olarak kullandığı teknesi Hulda, 2010 yılından beri sanatsal atölye çalışmaları yapılan ‘Hulda Festivali’ne ev sahipliği yapıyor. Stockholm, Amsterdam, Lizbon, Barcelona, Napoli ve İstanbul’u gezen, geçtiğimiz yıl Bodrum’da demir attığında turistlerin ilgi odağı olan bu tekne böylesine yoğun ilgi çektiğine göre aynı şeyin o konak için de söz konusu olacağını ön görmek yerindedir diye düşünüyorum.

Yıllar önce akademik hayatı bırakıp arkasına bakmadan uzaklaşan biri olarak, bu yazıyı her türlü akademik kaygıdan bağımsız yazdım. Amacım asla makale yazmak, birilerine bir şeyler öğretmek değildir. Zaten ne haddime…Sadece hayranı olduğum ve kendi ülkesinde yeterince kıymeti bilinmediği için her daim üzüldüğüm büyük bir dehayı; İlhan Koman’ı anmak ve tanımayanlara da biraz da olsa tanıtabilmek, yıllardır devlet dairesi olarak çürümeye terk edilen o güzelim evini hatırlatmak istedim. Ve tabi ki, Edirne’yi seven, kısa da olsa orada yaşayan ve hani Edirneliler de kabul buyurursa kendini ‘fahri Edirneli’ sayan biri olarak, evin müzeye dönüştürülme konusunu yeniden gündeme getirerek belki kente bir faydam olabilir mi diye umut ettim. Bana hayatımın zorlu ama bir o kadar da güzel bir dönemini yaşatan kente bu da benim bir vefa borcum belki de…Yazıyı yazmaya başladığım andan itibaren beni destekleyen, yol gösteren, bilgi ve fotoğraf paylaşımında bulunan iki Edirneli arkadaşım ve ailelerine; telefonda sorularımı sabırla yanıtlayan Ayhan Tunca’ya ve Ankara’dan arkadaşım/meslektaşım Mine hanıma ne kadar teşekkür etsem azdır…Onlar olmasaydı bu yazı bu kadar kapsamlı olamazdı…İlhan Koman Evi müze olarak hizmete girdiğinde, açılışta hepsiyle müzede buluşmak dileğiyle diyerek yazıyı noktalayalım…

Deniz Çantay