TÜRK RESMİNDE BİR BOHEM

DELİLİK İLE DAHİLİK, ALKOL BAĞIMLILIĞI İLE SANATTA BAĞIMSIZLIK ARASINDA GİDİP GELEN ÇALKANTILI VE SIRADIŞI BİR YAŞAM…

TÜRK RESMİNİN ULUSLAR ARASI ÜNE SAHİP BOHEM SANATÇISI: FİKRET MUALLA

 

 

Resimle hiçbir ilgisi olmayanların bile hayatlarında en az bir kez duymuş olduğu bir isimdir Fikret Mualla. Gazete haberlerinde kimi zaman müzayedede rekor fiyata satılan bir tablosuyla, kimi zaman da dünyanın umulmadık bir köşesindeki koleksiyonda çıkan eseriyle gündeme geliverir. Ölümünün üzerinden bu kadar uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen, sanatı ve deli dolu yaşamı hakkında hala pek çok kitap, makale ve bazen de magazinsel yazılar yazılır. Kimi zaman da herhangi bir vesile ile ilginç bir yazıya konu olur, tıpkı şimdi olduğu gibi J

Fikret Mualla’nın filmlere konu olmayı hak eden yaşam öyküsü 1903 yılının İstanbulu’unda başlar. ‘Hasta Adam’ Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşe adım adım yaklaştığı bu yıllarda, Nevber Hanım ve Ekrem Bey’in ilk çocuğu olarak Kadıköy’de dünyaya gelir. Babası Düyun-u Umumiye’nin ikinci müdürüdür. Ailenin, özellikle de babasının kız çocuğu sahibi olmaya duyduğu istek, sanatçının isminin daha doğmadan ‘Mualla’ olarak belirlenmesine neden olmuştur. Bebeğin erkek olması bu kararı değiştirmez, babasının Tevfik Fikret’e olan hayranlığından dolayı ilk isim olarak Fikret de eklenerek kendisine ‘Fikret Mualla’ adı konulur.  Ailenin kız çocuğuna duyduğu bu istek, sanatçının uzun yıllar saçlarının kesilmeyip kıyafet tercihlerinin de kız çocuğuna özgü elbiseler olmasına neden olur. Bu durumun Fikret Mualla’nın üzerinde ne derece etki bıraktığı bilinmez. Ancak bir çocuğun gelişimi açısından pek iç açıcı bir durum olmadığı da kesindir. Daha da ilginç olanı, 12 yıl sonra dünyaya gelen erkek kardeşi Melih’in de bu açıdan aynı kaderi paylaşmış olmasıdır.

 

 

Fikret Mualla’nın çocukluk yılları Kadıköy’de bolluk ve mutluluk içinde geçer. Öğrenimine Saint-Joseph gibi köklü bir okulda başlayan sanatçı, daha sonra yatılı olarak Galatasaray Lisesi’ne devam eder. O yıllarda Şevket Dağ ve Viçen Arslanyan okuldaki resim öğretmenleridir. Çocukluk yıllarında en büyük tutkusu futboldur. Kendisine idol olarak dayısı Hikmet Topuzer’i almıştır. 1910-1915 yılları arasında Fenerbahçe’de oynayan Topuzer, takımın bugünkü amblemini de çizen kişidir ve Mualla’ya futbol ve Fenerbahçe aşkını küçük yaştan itibaren aşılamıştır. Ancak Fikret Mualla 12 yaşında futbol oynarken ayağını kırar ve topal kalır. Bu, onun yaşadığı ilk büyük hayal kırıklığıdır ve ruh sağlığı üzerinde derin izler bırakır. Çok sevdiği futbolu bırakmak zorunda kalışının yanı sıra, topallığı yüzünden kapıldığı aşağılık kompleksi de gelecekteki ikili ilişkilerini hep olumsuz etkileyecektir. Sanatçının çocukluk yıllarındaki ikinci büyük travması ise annesinin ölümüdür. I.Dünya Savaşı yıllarında tüm Avrupa’yı saran İspanyol nezlesi Osmanlı’yı da vurur. Yatılı okulda bu nezleyi kapan Fikret Mualla, istirahat için eve gönderildiğinde hastalığı annesine de bulaştırır. Nevber hanım bu hastalıktan kurtulamayarak 1918 yılında henüz 35 yaşındayken vefat eder. Bu durum, sanatçının bir ömür boyu suçluluk duymasına ve annesinin ölümünden kendisini sorumlu tutmasına neden olur. Ayrıca hastalığın bulaştığı anneannesi de kısa bir süre sonra ölür. Bu vicdan azabına, babasının kısa bir süre sonra uygunsuz bir kadınla ilişkiye girmesinin gerginliği de eklenir. Bir akşam çıkan tartışmada Fikret Mualla kadının kulağına yumruk atarak kulak zarını patlatır ve evden kovar. Böylece babası ile arası iyice açılır. Yalnızlığa daha fazla dayanamayan Ekrem bey, bir süre sonra dostları aracılığıyla tanıştığı Behice hanım ile evlenir. Bu evlilikten 1926 yılında sanatçının Reyyan adlı kız kardeşi dünyaya gelir. Ancak Fikret Mualla evin bu yeni durumuna alışamaz ve hırçınlıkları artar. Bir gün üvey annesine olan nefretinden dolayı çıkan tartışmada babasına yumruk atınca ikili arasındaki ipler iyice gerilir. Fikret Mualla’nın babasına el kaldırması aile çevresinde kabul edilebilir bir davranış olmadığı için sanatçının akli dengesinden şüphe edilir. Bir süre Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde ünlü doktor Mazhar Osman’ın hastası olan sanatçı, doktorların tavsiyesi ile İstanbul’dan ve evden uzaklaşması için İsviçre’ye mühendislik öğrenimine gönderilir.

1921 yılında eğitimini yarım bırakarak resim öğrenimi görmek için önce Münih’e, ertesi yıl da Berlin’e gider. Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’nde Arthur Kampf ile çalışır. Almanya’ da aile çevresine sadece para istemek için mektup yazmış, tümüyle resme yoğunlaşmıştır. Dönemin önde gelen sanatçılarına ve sanat akımlarına aldırmadan, içinden geldiği resim yapıp, ilerlemeye çalışmaktadır. Mualla’nın bu hırsı ve kararlılığı, günün birinde sanatının kendi rotasında devam etmesini ve nevi şahsına münhasır sanatçılar arasında yer almasını sağlayacaktır. Almanya yılları, Fikret Mualla’nın sanat ve alkolle geçecek olan bir hayata yönelmesinde büyük bir etkendir. Mualla’ya göre sanatçı mutlaka içmelidir, ancak bu anlayış onu kısa sürede kendini kaybedip, küfreden ve kavga eden birine dönüştürecektir. Almanya macerasından sonra kısa süreliğine Paris’e geçer. Paris’te kaldığı  birkaç ay içinde müze ve sergileri gezerek Toulouse-Lautrec, Van Gogh, Bonnard, Dufy, Renoir, Gauguin, Matisse ve Picasso’nun eserlerini inceleme fırsatı bulur. Ancak parasızlık nedeniyle Paris’te kalmayı sürdüremez ve 1927’ de Türkiye’ ye döner. 1927-1928 yılları arasında bir zamanlar öğrenci olduğu okulda, Galatasaray Lisesi’nde vekil öğretmen olarak çalışmaya başlar. Bu dönemde, babası ile yaşadığı anlaşmazlıklar sebebiyle Beyoğlu'nun ara sokaklarında, eski bir evin tavan arasında, bohem hayat yaşamaktadır. Belvü Gazinosu’nda çok içtiği bir gece hesabı ödeyememesi nedeniyle çıkan olay okula ve Maarif Vekaleti’ne yansıyınca hakkında soruşturma açılması gündeme gelir. Vekil öğretmen olduğu için zaten çok az maaş alan ve bu durumdan memnun olmayan Fikret Mualla, Maarif Vekaleti’ne “Yerime, bu maaşla çalışacak, başka bir enayi tayin buyrulmasını rica ederim” diye bir dilekçe yazarak istifa eder. Kısa bir süre sonra tayin edildiği Ayvalık Ortaokulu’nda resim öğretmenliği yapmak üzere İstanbul’dan ayrılır, doğanın içinde sükûneti bir süre yaşar ama yine öfke halleri, polislik vakalar ve bir de memuriyetin gereği düzene uyum sağlayamaması derken “Elektriği olmayan şehirde resim hocasına da ihtiyaç yoktur” diye dilekçe vererek istifa eder. Kendisini yakından tanıyan Taha Toros ise anılarında Fikret Mualla’nın okul müdürünü döverek disiplin cezası aldığını ve bu nedenle okuldan ayrıldığını yazmıştır.

Hayatını idame ettirebilmek için,  Akademi görevlilerinin dışındakiler için tek seçenek olan Maarif Vekilliği'nde (Milli Eğitim) bir resim öğretmeni olmak için yeniden başvurur. Ancak akli dengesinin ispatı için rapor alması istenir. Rapor için Bakırköy’de bir süre 'müşahede' altında kalması gerekmektedir. Sonunda Fikret Mualla, hastaneden “Akıllı” raporu alarak çıkar. Ama bu rapor onun öğretmen olmasına yeterli olmaz. Sanatçı, bundan böyle ömrü boyunca bazen akli dengesinin yerinde oluşunun, bazen de ceza almamak için yerinde olmayışının ispatı amacıyla akıl hastanelerine sık sık başvurmak zorunda kalacaktır. Aynı dönemde Devlet Güzel Sanatlar Akademisi müdürü Burhan Toprak’ın akademiye iyi bir koleksiyon kazandırmak amacıyla bazı ressamlardan eser satın aldığını duyarak akademiye başvurur. Ancak Burhan Toprak Fikret Mualla’nın eserlerine dudak bükerek onları denize atmasını söyler. Sanatçı bu isteği ikiletmeyerek görüşme çıkışı elindeki tüm yapıtlarını hırsla denize fırlatır. Geçimini sağlamak için dergi, kitap illüstrasyonları ile tiyatro kostümleri çizmeye başlar. 1930’lu yılların başında Nazım Hikmet ile tanışan sanatçı, onun “Benerci Kendini Niçin Öldürdü?” kitabı için 7 adet desen hazırlar. Yeni Adam Dergisi’nde desenleri yayınlanır. Bu yıllarda resme olduğu kadar edebiyata da ilgisi vardır. 1932 yılında, ‘Şiller (Schiller) 1759-1805, Hayatı ve Eserleri’ adlı bir kitap yazar. Mualla’nın Schiller’in yaşam öyküsünü konu alan ve sonuna Haydutlar oyunundan bir sahneyi de eklediği kitap onun Alman kültürüne ilgisi ve hayranlığının bir göstergesidir. 1938 yılında Ses Dergisi’nde yayınlanan ‘Üsera Karargahı’ ve ‘Masal’ adlı öykülerinin yanı sıra farklı konularda denemeler de yazar. 1932 yılında Beyoğlu’nda, platonik aşkı soprano Semiha Berksoy’un da çalıştığı, operetlerin (Lüküs Hayat, Deli Dolu, Saz Caz) kostümlerini de çizer. (Bu yıllarda Fikret Mualla Semiha Berksoy’a, Semiha Berksoy ise Nazım Hikmet’e aşıktır. Fakat bu üçlü aynı zamanda çok iyi dosttur ve bu dostluklarını uzun yıllar sürdürecektir). Fikret Mualla aynı yıllarda Darülbedayi’de sahnelenen ve Nazım Hikmet’in yazdığı ‘Kafatası’ oyununda ufak bir rolle sahneye de çıkar. Ancak piyes kısa süre sonra yasaklanır. Bu işlerin hiçbiri Mualla’nın yaşadığı bohem hayatı karşılamasına yetmez. Tanıdıkları artık kaldırım değiştirerek ya da eline para sıkıştırıp, uzattığı desen tomarını görmezden gelerek, hızla uzaklaşır olmuştur.

 

1934’te babasının seçtiği «SAYGI» soyadını, “Belki bu sayede bana da saygı gösterirler,” diyerek kabul eder. Sanatçının yakın arkadaşı Abidin Dino, ‘Gören Göz İçin Fikret Mualla’ adlı kitabında bu konuda şunları yazar: “Aslına bakarsanız Fikret Mualla Saygı’nın yeryüzünde en çok sevdiği şeylerden biri, karşılıklı saygıdır…1934 soyadı kanunu çıkınca, “saygı” soyadını seçmesi boşuna değil elbet, peşin bir uyarı, bir istekti bu, kendisinden en çok esirgenen şeyi diliyordu böylece, sizden, bizden, hepimizden.” Aslında bu yıllarda hem kendisine ve sanatına büyük saygı duyan, hem de maddi destek sağlayan koruyucuları, dostları da vardır. Ancak sanatçı aykırı karakteri ile sürekli sorun çıkararak eline geçen fırsatları da kaçırmaktadır maalesef. Salâh Cimcoz ile yaşadığı olay bunun en iyi örneklerinden biridir. CHP İstanbul Belediyesi Azası ve Mebusu olan sanatsever Salâh Cimcoz, ona Moda'daki konağında rahatça çalışacağı bir yer tahsis eder. Mualla bu evde Cimcoz'un üç çocuğuna resim dersi vermektedir. Ayrıca Fikret Mualla’nın dönemin Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreteri Recep Peker ile tanışmasına aracı olarak devlet büyüklerinin toplu halde büyük bir panosunun yapılması işini üstlenmesini de sağlar. Ama Fikret Mualla Kalamış’ta bir meyhanede  yaşanan bir tartışma sonucu konağa gidip üzerinde çalıştığı portreleri parçalar, gözlerini oyar, dev bir panoda toplu halde portrelerini çizmekte olduğu devlet büyükleri hakkında uygunsuz sözler sarf eder. Bunu haber alan Salâh Cimcoz çok üzülür ve Taha Toros’un anlatımına göre sanatçıya yeniden akıl hastanesi yolu görünür.

 

1937-1938 yıllarında yaşadığı bir olay ise ‘Degütasyon trajedisi’ olarak sanatçının yaşamında acı bir kalıcı iz bırakır. Bir gece Beyoğlu’ndaki Degütasyon adlı lokantada içerken gözü duvardaki Atatürk portesine takılan Fikret Mualla, portreyi resim kalitesi açısından beğenmeyerek yüksek sesle küfreder. Lokantadaki müşterilerden biri sanatçının sözlerini yanlış anlayarak Atatürk’e hakaret ettiğini zanneder ve polis çağırır. Fikret Mualla o geceyi karakolda geçirir. Yıllar sonra Hıfzı Topuz’a o geceyi anlatırken ‘karakol dayağı’ yediğini, falakaya yatırıldığını ve Atatürk’e hakaret dışında Almanya geçmişi ve Almanlara olan sempatisinden ötürü Alman casusu olarak itham edildiğini de anlatacaktır. Bedri Rahmi Eyüboğlu ile Fikret Adil araya girerek baş komiseri Fikret Mualla’nın akıl hastası olduğu ve Bakırköy Hastanesi’nde müşahede altına alınması gerektiği konusunda ikna ederler. Dokuz ay Bakırköy’de, dönemin meşhur doktoru Mazhar Osman’ın hastası olan sanatçının o günlerde hastanedeki en yakın arkadaşı alkol tedavisi gören Neyzen Tevfik olur. Fikret Mualla, Hıfzı Topuz’a anılarını anlatırken “Karakoldan sonra tımarhane bana cennet gibi geldi” dese de, kısa süre içinde mevcut durumdan sıkılır. Ziyaret günleri sınırlıdır. Üstelik dostları da onu ziyaret etmekten nedense çekinmektedir. Dostlarının çoğu ziyaret edeceklerine çini mürekkeple kağıt yollamakla yetinir. En küçük bir özgürlük ışığının görünmemesi, hastanede unutulup kalma korkusu içini kemirir. Dokuz ay boyunca her tanıdığına mektup yağdırır. Bu dönemde babasını da yitirince, paranoyaları iyice artar. O ruh haliyle, Bedri Rahmi’ ye şunları yazmıştır: “Allah rızası için beni buradan kurtar. Beni buraya Beyoğlu’nda çıngar çıkardığım için değil mirasıma konmak için kapatmışlar. Dün birkaç kişi geldi. Bana bir vasi tayin etmişler. Yani ben deli olduğum için babamdan kalan mirası alamayacakmışım. Allah aşkına beni buradan, vasiden kurtar. Bir avukat bul.” Mualla’nın bu korku dolu ayları  sonunda bir sanat dostu avukatın da yardımı ile son bulur.

Ancak Fikret Mualla’nın ruhsal durumu artık daha da kötüdür. Meyhanede otururken pencerenin önünden geçenler, sokakta bir süre kendisiyle aynı yönde yürüyenler, kendisiyle aynı vitrine bakanlar,  ona göre hep polistir. İçki, takip edildiği kanısını ve polis korkusunu daha da artırır. Polis ve hastane korkusunun tetiklediği paranoyak ruh hali nedeniyle sanatçı için gerçekle hayal arasındaki uçurum giderek açılmaya başlar. Hem kendisi, hem de yakın çevresi bu durumdan kurtulmak için tek çıkar yolun bir süre uzaklaşarak sanatın beşiği olarak bilinen Paris’te yaşaması olduğuna karar verirler.

O günlerde, 1939 New York Dünya Sergisi hazırlanmaktadır. Türk Pavyonu'nun sanat danışmanı olan Abidin Dino, sergide kurulacak Türk kahvesinin duvarlarına Fikret Mualla’ya otuz adet İstanbul konulu resimler yapmasını önerir. Mualla kabul eder ve Bakanlık da sanatçının resimleri çalışmasını onaylar. Böylece İstanbul’u İstanbul yapan önemli mekanları karış karış gezerek resmetmeye başlar. Bu aslında sanatçının doğup büyüdüğü kente bir nevi vedasıdır. Rumelihisarı'nda, Eyüp'te, Haliç'te, Kariye Camii'nde, Topkapı Sarayı'nda, Süleymaniye Camii’nde, Mimar Sinan Türbesi’nde, Karacaahmet'te ve tabii ki Ayasofya’da resim yaparak gezinir. Her günün sanat ürünlerini, ertesi sabah, Dino’ ya mutlaka getirir ve en güzel resmi seçerler. Abidin Dino bugünleri anlatırken, “Çekip gidiyordu işte, helalleşiyordu anlayacağınız giderayak, İstanbul şehriyle helalleşiyor, kucaklaşıyordu. Duvarları, ağaçları, kubbeleri -hele kubbeleri- okşuyor, elini denize batırıyor, tuzlu tadını dilinin ucuna alıyor, kokluyordu lodosu, vapurların dumanını, martıları selâmlıyordu, yunusları, sandalları, motorları, du-baları, Köprü'yü, Köprü'de balık tutanları, tuttukları balıkları öpüyordu, deniz suyu dolu kovalarda ölü balıkları elliyordu, mor akşamlar çökünceye dek oradan oraya koşuyordu tek başına, yarı karanlıkta bakıyordu sevgilisine, resim gibi İstanbul'una, Türkiye'sine, acı bir esriklik içinde, doymak bilmez bir bakışla...” ifadesini kullanır. Sonunda gidiş tarihi gelip çatar. Babasından kalan mirasa İstanbul resimlerinden kazandığı parayı da ekler. Bir akşamüstü Avni Arbaş ile Edip Hakkı Köseoğlu sanatçıyı Sirkeci Garı’ndan yolcu ederler. Böylece Fikret Mualla için yaşamının İstanbul faslı bir daha açılmamak üzere kapanır.

Sanatçının Paris yıllarına geçmeden önce, İstanbul dönemi eserlerine bir göz atmak gerekir. 1930’lu ve 1940’lı yıllarda yoğunlaştığı konu tabii ki doğup büyüdüğü şehirdir. İstanbul’u tarihi, coğrafyası, iklimi ve insanıyla bir bütün olarak ele alır. Özellikle Ayasofya Mualla’nın yapıtlarında konu olarak ayrı bir yere sahiptir. Aslında Ayasofya, o dönemde pek çok sanatçı için özel bir konudur. Öyle ki, Abidin Dino ve Ara Güler, Fikret Mualla’yı anlattıkları kitapta “asma yapraklarından gölgeliği olan bir kahvede buluşup hep birlikte Ayasofya’yı dinlediklerinden” bahsederler. Mualla ve arkadaşları için Ayasofya hem karşıtlıkların kesişme noktası, hem de tarihin ve farklı kültürlerin birleşimidir. Sanatçının Ayasofya resimleri onun ‘renkçi’ üslubunu ortaya koyar niteliktedir. Rengi, resimde ışık yaratmak amacıyla kullanır ve bunu etkili tonlarla ifade eder. Eserlerinde renk ve desen, madde ve ışık birbirleriyle uyumlu bir bütün oluşturur. Renkleri tabii ki hep canlı ve göz alıcıdır, ancak renk tonlarının uyumlu dağılımı sayesinde asla gözü yormaz. Ayasofya dışında, çeşitli İstanbul manzaraları da çalışmıştır. İstanbul her daim sanatçılara ilham kaynağı olmuş büyülü bir kenttir. Her sanatçı kentle kendine özgü bir bağ kurarak onu kendi üslubuyla yorumlamıştır. Mualla da tutkulu bir şekilde sever İstanbul’u ve bu tutkusunu da dışavurumcu bir üslupla kullandığı güçlü çizgileri ve ışıl ışıl renkleriyle eserlerine yansıtır. Sanatçı bu yıllarda İstanbul peyzajları dışında, dönemin devrimci ruhuna özgü eserler de ortaya koymuştur. 1930’lu yıllarda yaptığı ‘Yeni Harfleri Öğrenen Kızlar’ konulu suluboya tablosu bunun güzel bir örneğidir (Fikret Adil Koleksiyonu). İstanbul döneminde yaptığı resimleri, renk, ışık ve çizgilerdeki tutarlılığı ile ilerleyen yıllarda oluşturacağı özgün üslubunun habercisi niteliğindedir.

Mualla’nın Paris yılları maalesef İkinci Dünya Savaşı ile başlar. Tüm birikimini şanına yaraşır bir şekilde(!)  6 ay içinde bitirir ve Fransa’nın savaşa girmesiyle (1939-1945) durumu iyice zorlaşır. Kısa zamanda lüks lokanta ve kabarelerden mahalle kahvelerine düşer. Paris’in Almanlar tarafından işgal edildiği yıllarda kağıt bulamayınca, gecenin karanlığından yaralanarak duvarlardaki afişleri gizlice yırtarak temiz kalmış bölümlerine yaptığı guvajları, yediği yemekle içtiği şarap karşılığında garsonlara verir. Yersiz kaldığı gecelerini de parklarda ve metrolarda yatarak geçirmiştir. Ayrıca, o yıllarda savaş olmasa da, sadece sanatına güvenerek Paris’te tek başına ayakta kalabilmek ve kendini kabul ettirebilmek çetin bir iştir. Daha önce, Şeker Ahmet Paşa’dan İbrahim Çallı’ya, Nurullah Berk’ten Avni Arbaş’a kadar pek çok ressam ile Zühtü Müridoğlu’ndan Hüseyin Gezer ve İlhan Koman’a kadar pek çok heykeltıraş devlet bursu ile Paris’te bir süre çalışabilmiştir. Fikret Mualla’dan önce hiçbir güvence olmaksızın tek tabanca olarak Paris’e gelmeyi göze alabilen tek sanatçı Hale Asaf’tır. Ancak Hale Asaf da benzersiz yeteneğine ve çalışma azmine rağmen, 1938 yılında genç yaşta kanserden ölmüştür. Dolayısıyla Mualla’nın, tam da savaş arifesinde, herhangi bir güvencesi olmadan Paris’e gidişi aslında büyük bir cesaret ve özgüven örneğidir. Tabii bunda Mualla’nın hayata bakış açısının da büyük payı vardır. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Fikret Mualla için, “Bir ressam tasarlayın ki aklına estiği zaman resim yapmaktan başka hiç bir şeyden sorumlu değil. Haftada üç gün aç susuz dolaşmayı göz almış, kırlarda böğürtlen toplarcasına sokaktan izmarit toplayıp içiyor. Eşin, dostun yardımıyla bir kaç resim satabilirse ilk işi en sert içkilerle kafayı çekmek, en pahalı yiyeceklerle karnını doyurmak ve en sunturlu küfürlerle etrafındakileri kasıp kavurmak oluyor” değerlendirmesi bu durumu açıklıkla ortaya koyar.

 

Her şeye rağmen, Fikret Mualla gibi bir bohemin Paris’e adapte olması, Paris’in de onu benimsemesi kolay olmuştur. Kısa zamanda Montparnasse kahvelerinin, Dôme'un, ve Seine Nehriyle, Saint Germain Bulvarı, Saints Péres ve St. Michel sokaklarının sınırlandırdığı ressamlar çevresinin belli başlı kişileri arasına girer. Bu dönemde, kendisi gibi Paris’te tutunmaya çalışan pek çok ressamla tanışır. Semiha Berksoy’a bu yıllarda yazdığı mektuplarda anlattıkları, hem Paris’in bohem sanat hayatının bir panaroması, hem de kendi geleceğinin bir yansıması gibidir: “…Her yerde olduğu gibi Fransa’da da bir artistin eserleri bile kayıt şart hürmet görmesi için vefat etmiş olması lazımdır. Size bu yaşayan ölülerden Anudes Modigliani’den bahsedeceğim. Modi bir İtalyan Musevisidir. Bir vakitler bir lokma ekmek parası çıkarmak için Montparnasse’te kapı kapı dolaşmış, resim satmak istemiş, kimse beğenmemiş, yani anlayamamışlar. Bazıları alay için beğenir gibi görünmüşler, saf ruhlu Modi de onlara inanır, resimlerini hediye edermiş….Kendisini takdir edenler de Picasso gibi yüksek artistlerdi ama o zaman Picasso da beş parasızdı…Modi vefat edeli on sene oldu, bugün en ufak tablosu 100.000 franc ve günden güne artıyor….Modi eserlerinin bugünkü yüksek fiyatından mahsuben hayatı zamanında alelhesap bir gün bile iyi yemek yiyemedi... Kendisinin eline hediye olarak bazen birkaç para geçti ise onu da şaraba tahvil etti. İçtiği vakit ne Dôme’da ne de Rotonde’da kafasını kırmadığı, dövmediği kalmaz, polisle de onu depoya götürürlermiş….Bugün Rue de Boetu’daki büyük galerilerde asılı duran Modigliani’leri görmek kabil. Modigliani klasik olmuştur. Kütüphaneler hakkında neşrolunan kitaplarla dolu”. Ne ilginç ve acıdır ki, Mualla’nın ‘Modi’ üzerinden anlattığı bu hikaye bir yerde kendi akıbeti gibidir.

Fikret Mualla, ilk yıllarda, savaş ortamının içine düşmüş olsa da, bunu pek umursamaz. Günlük rutinini bozmaz. Öyle ki bombardımanlarda bile endişelenip sığınağa inmez. Almanca bilgisi sayesinde Almanlarla olan yakınlığını devam ettirir. Bu hali Fransızlarda şüphe uyandırınca Nazi işbirlikçisi olarak görülür. Fransız polisinden yediği dayakların daha şiddetli olmasında bu önyargının da payı büyüktür. İstanbul’da yaşadığı sorunlar maalesef Paris’te devam eder. Hırçınlığı ve paranoyaları nedeniyle sık sık karakolluk olur ve akli dengesinin kontrolü için hastaneye sevk edilir. Bir süre sonra Fransızlar da kendisinin Nazi işbirlikçisi olamayacağını anlar ve yaptıklarını deliliğine vermeye başlar.

Savaş sonrasındaki yıllarda da Mualla’nın yaşam mücadelesi devam eder. Ara sıra büyükelçiliğe ve bağlı bürolara uğrayarak resimlerini satmaya çalışır. Paris’te Fikret Mualla’nın sanatçı kimliği kabul edilmiştir. İstanbul’ da hiç ciddiye alınmadığını düşündüğü için bu durum onu çok memnun eder ve Paris’te istismar edilse de o kadar zoruna gitmez. Sanatından anlayanlar tarafından sömürülmekte ve resimleri ederinden çok daha ucuza gitmektedir. Ancak yine de bir kadeh içki, bir paket sigara karşılığında resim satmayı sürdürür. Öte yandan Fikret Mualla polis fobisi, mirasının elinden alındığı düşüncesi, savaş yıllarının sefaletiyle birlikte alkolü de artırmıştır. Bedeni güçsüzleşir, zihni de eskisinden daha beter bir hale gelir. Ruh sağlığı da bunlara bağlı olarak gittikçe bozulur. Bu nedenle eskisinden daha çekilmez bir insana dönüşür; elçilik çalışanları, ev sahibi, komşular, çerçeveciler, galericiler, meyhaneciler, garsonlar derken günlük hayatta muhatap olduğu herkesle çatışır hale gelir. 1948’de Fikret Mualla’nın kardeşi Melih Saygı jet uçuşunda ölür. Melih beyin tek yakını Fikret Mualla olduğu için sanatçıya bu kazadan tazminat alma hakkı doğar. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun yardımlarıyla bir avukata vekalet vererek bu tazminatı alır ve kısa sürede tüketir. Para sıkıntılarını gidermek için bu miras meseleleri de hep sanatçının gündemindedir. Ancak paranoyaları burada da peşini bırakmaz. Zihninde sürekli komplo teorileri üretir. Örneğin 1950’li yıllarda yazdığı bir mektupta mahkemeyi kandırarak kendisini mağdur ettiğini iddia ettiği üvey annesinden bahsetmektedir. Bu konuyla ilgili bir başka örnek de kardeşi Melih’in vefatında yaşanmıştır. Melih’in ölümünü haber veren Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun abisi Sabahattin Eyüboğlu’na; önce “Siz leş kargalarısınız, kardeşimin mirasına konmak için uyduruyorsunuz bunları!” diye saldırır, ancak sonrasında ölüm tazminatını da yine onun sayesinde alır.

1950’li yılların başında, sanat çevrelerinde ünü artar. Paris’in tanınmış galerilerinden bazıları parça başına belli bir fiyat vererek, Mualla’yı kendilerine bağlarlar. Fakat Mualla eserlerini satmayı garantilenmiş olmasına rağmen aynı sefalete devam eder. Miras saplantısı, polis fobisi, takip edildiği kaygısı daha da şiddetlenir. O dönemde oturduğu apartmana tesadüfen bir polisin taşınmış olması da sanatçının sinirlerini iyice bozar. Polisin kendisini öldüreceğini düşünür. Bu paranoya sonucu saldırgan tavırlar sergileyince karakolluk olur ve alkol tedavisi için 1953’te Sainte Anne hastanesine sevk edilir. İki ay sonra taburcu olduğunda, kendisinden usanan Fransız polisi tarafından sınır dışı edilmek istenir, ama Paris’in ünlü galericilerinden Dina Vierny, polis müdürünü Fikret Mualla’nın çok büyük bir sanatçı olduğuna ve bu tarz insanlarda böyle ölçüsüzlüklere rastlanabileceğine ikna eder. Dina Vierny, hastanede kaldığı iki ay boyunca Mualla’ya malzeme verip onu çalıştırmış ve Paris’te açılacak ilk sergisine yetecek kadar eser hazırlatmıştır. 1954’te hastanede çok ucuza yaptığı resimlerinin Dina Vierny Galerisi’nde sergilenip, oldukça yüksek fiyatlara satılması Fikret Mualla’yı çok sinirlendirir, olay çıkarır ama eline bir şey geçmez. Sanayici Lhermine ile anlaşır, onun hesabına resimler yapar. 1955 yılında Dina Vierny Fikret Mualla’nın eserlerinden oluşan bir sergi daha açar.  1956-58 yılları arasında ise Lhermine Mualla’ya ait eserlerden oluşan dört sergi düzenler. Paris'in sanat çevrelerine kendini kabul ettiren sanatçıya her zaman el uzatan sanat hamileri olmuştur, ancak gel-gitli ruh hali ve alkol bağımlılığı nedeniyle bağlantıları hep yarım kalmıştır. Öte yandan, sanatçının paraya olan ihtiyacı ve alkole olan düşkünlüğü de, sanat çevreleri ve galericiler tarafından istismar edilmiş; resimlerine ödenen çok düşük rakamlarla yeteneği bir bakıma sömürülmüştür.

 

 

 

Fikret Mualla’nın Paris yıllarının en ilgi çekici olaylarından biri ise Picasso ile tanışması ve Picasso’nun kendisine bir tablosunu hediye etme hikayesidir. Bu olay doğrudur, ancak Fikret Mualla kafasının karışıklığı nedeniyle olayı her konuştuğu kişiye ve ortama göre farklı anlatmıştır. Olayla ilgili Hıfzı Topuz, Taha Toros, Abdülhalik İndere, İlhan Koman, Orhan Koloğlu ve Bruno Bassano’nun anlatımları detaylarda farklılık gösterir. Sonuç itibariyle Fikret Mualla Picasso ile gerçekten tanışmış, sohbet etmiş ve Picasso kendisine bir resmini hediye etmiştir. Fikret Mualla da tabloyu hemen satarak aldığı parayı yemeğe ve içkiye harcamıştır. Taha Toros, bu olayın doğruluğunu teyit etmek için Picasso’ya bir mektup yazarak olayı sormuş ve ressamın sekreterinden “M.Picasso Türk ressamı Fikret Mualla’ya vaktiyle bir tablo hediye ettiğini hatırlamaktadır” yanıtını almıştır. Mualla’nın son yıllardaki hamisi olan Madam Anglès, 1970 yılında yıllarda verdiği  bir röportajda, bu tabloyu İsviçre’de bir galeride bulduğunu ve 22.000 İsviçre Frangı istedikleri için alamadığını anlatmıştır.

Fikret Mualla’nın sanat yaşamı İstanbul ve Fransa dönemi olmak üzere ikiye ayrılır. Paris yılları, görüldüğü gibi büyük ölçüde sefalet içinde geçmiştir ve yaptığı resimlerin büyük bir bölümünü yok pahasına satmıştır. Sanatsal yaratımlarda, sanatçının iç dünyası, yaşanmışlıkları ve toplumsal faktörlerin bir süzgeçten geçerek yapıta yansıması söz konusudur. Sanatçı, yaşama ilişkin olaylara kendi bakış açısıyla birlikte farklı anlamlar yükleyerek gerek bir renkle, gerekse bir biçimle kendisini ifade eder ve eserini yaratır. Bu bakış açısından yola çıkarak, bu kadar çalkantılı ve zorlu bir hayat yaşamış Fikret Mualla’nın Paris yıllarındaki eserlerinin de ruh halini yansıtan; trajik konulardan ve kasvetli renklerden oluşan eserler olması beklenebilirdi…Ancak sanatçının bu dönem eserleri genel olarak yaşamıyla tezat oluşturacak kadar renkli ve neşelidir. Ferit Edgü bunu “Sanatçının kişilik yapısını bilmeyen biri, mutlu, yaşama sevinciyle dolu bir ressamın yapıtları karşısında olduğunu sanabilir. Niçin olmasın? Nevrezonu, delirium‟larını, her gün resminde yeniden yaşamak yerine, resmini nevrozunun karşı kefesine koyarak, yaşamının o ince dengesini, niçin böylece kurmuş olmasın ressam?” diye açıklamaktadır. Ayrıca, pek çok ünlü sanatçı ve yazar için sanatsal yaratı acıyla baş etmek için bir çıkış yolu olmuştur. Bu tespitten yola çıkılarak acının sanatı beslediği ve yaratıcılığı arttırdığı söylenebilir. Resim yapmak da Fikret Mualla için şu acımasız dünyadaki nadir sığınaklardan biridir. ‘Ressamlık’ onun için bir meslek değil, bir var olma biçimidir. Geçmişten bugüne taşıdığı tüm sorunları kısa süreliğine de olsa unutabildiği, üreterek yaşama tutunabildiği bir uğraştır resim yapmak…Genel olarak bakıldığında, Fikret Mualla’nın yaşamında alkol ve resimden başka bir şey yok gibi görünür. Ancak bu ikisi birbirinin tamamlayıcısı değildir. Alkole olan bağımlılığının da tetiklediği karabasanlarını ve saplantılarını, dostlarına yazdığı mektuplarına, bir de dostu Abidin Dino’nun ‘Albastı Defterleri’ adını verdiği hatıratına yansıtır. Resimleri ise ruhundaki fırtınayı dindirdiği ve hayatındaki olumsuzlukları dengelediği bir mecradır. Resme verdiği değer, resim yaparken malzemelerini özenle kullanışından, hayatının darmadağınıklığı içinde, odasında malzemelerine ayırdığı düzenli bir köşeden de anlaşılabilir. Pek çok sanatçı dostunun anlattığı üzere, o dağınık ve fakir odasındaki tek düzenli ve temiz kalan nesneler boyaları, boya kutusu, paleti ve fırçasıdır.

 

Resim, temel dinamiğini kendisini oluşturan renk, leke, çizgi gibi plastik unsurların kendi aralarında uyumlu bir birlikteliğin sağlanması sonucu oluşan dengeden alır. Sanatçı bu plastik unsurlardan biri ya da birkaçını öne çıkararak kendi özel yönelimleriyle özgün üslubunu oluşturur. Fikret Mualla’nın resimlerinde konu ne olursa olsun, belirgin olarak öne çıkan özellik ise renk duyarlılığıdır. Resimlerinde kullandığı renkler, her bakanı kendine meftun edecek kadar etkileyici ve coşkuludur. Sanatçı, kompozisyonlarında karşıt renkleri sıklıkla bir arada kullanır ve bunların yarattığı kontrastı ustalıkla dengeleyerek izleyici üzerindeki etkisini arttırır. Ferit Edgü,  Fikret Mualla’yı  tüm akımların dışında bir ressam olarak tanımlar: Ressam, zaman zaman farklı tarzda figüratif resim ya da soyut resim yapan ressamlara öykünür, ancak ortaya birkaç çalışma çıktıktan sonra, herhangi bir sonuca ulaşmadan yeniden kendine, yani Paris Bistrot’larına, Cafe’lerine, Paris sokaklarına, pazarlarına, Coupole ya da Dôme kahvesine, cazcılarına, hayvanlarına, portrelerine, çıplaklarına ve natürmortlarına döner. Her ne kadar kalabalıkları, sokakları, barları, müzisyenleri resmetse de, kendisi kalabalığın içinde hep bir yalnızlık yaşamıştır. Bu duygu resmindeki figürlere de yansır. Kalabalık figürlü eserlerinde bile, her figür bedeninde derin bir yalnızlığı da taşır. Farklı sosyal gruptan insanları yan yana getirdiği resimlerinde, figürler kent insanının yalnızlığının bir dışavurumu gibidir. Sanatçı, kalabalıklar içinde dolaşarak insanları gözlemler, sonrasında her sınıftan insanı istediği gibi düzenleme yaparak bir araya getirir ve kompozisyonunu oluşturur. Yani, resme sığdırdığı alan hayatı boyunca özgürce hükmedebildiği, kendince kararlar alabildiği ve kimseyle mücadele etmek zorunda kalmadığı tek yerdir. Bu açıdan bakıldığında, eserleri yüreğindekini büyük bir doğallıkla ortaya koyabildiği yegane yerdir.

 

Sanatçının İstanbul dönemi ile Fransa dönemi eserleri biçim ve renk açısından benzerlik gösterir. Sadece konular farklıdır. İstanbul döneminde Haliç, mezarlıklar, Ayasofya, cami avluları, Eyüp, çeşitli portre, nü ve peyzaj çalışmaları vardır. Fransa döneminde bunların yerini Paris sokakları, cafeler, bistrolar, lokantalar, cazcılar gibi, yine bizzat içinde bulunduğu ortamlardan seçtiği konular alır. Örneğin, bar ve bistrolar, Fikret Mualla'nın en önemli temalarından birisidir. Parasız kaldığında tanıdık bar ve bistro patronlarına birkaç kadeh içki karşılığında teslim ettiği resimleri, onun sürekli ziyaret ettiği bu mekanlardaki doğal dokuyu yansıtır. Sanatçının bütün gün kaldırımlarını çiğnediği Paris sokakları da onun en beğenilen yapıtlarına konu olmuştur. Paris ahalisini, gündelik koşuşturmacası içerisinde resmettiği bu eserlerinde inanılmaz bir renk ve kurgu zenginliği içerisinde her yaştan, her gelir düzeyinden ve her kılıkta insan yer alır. Sanatçının yapıtlarında yaşamından ve geçmişinden bazı izler yakalamak da mümkündür. Örneğin, Mualla’nın resimlerinde kadın ve çocuk da önemli bir yer tutar. Bu tarz eserlerindeki anne figürünün erken yaşta kaybettiği annesine duyduğu özlemin bir yansıması olduğu düşünülebilir. Resmettiği çocuklar ise kendi çocukluğunun ilk yıllarındaki gibi mutlu ve neşelidir. Fikret Mualla’nın hayvanları konu alan resimleri de, annesini kaybetmeden önceki masum çocukluk günlerine yönelik anımsamalardır; ördekler aslında çocukluğunun Kurbağalıderesi’nde yüzerler,  en çok resmettiği tavuklar, horozlar, hindiler ise yine aslında çocukluk evinin bahçesinde veya kümesinde gezinirler. Mualla'nın çıplak kadınları konu alan yapıtlarında ise, mutlu bir ilişki kuramadığı kadınlara bakış açışının ve özleminin izleri vardır. Natürmortlar da sanatçının sıklıkla çalıştığı eserlerindendir. Çok az sayıdaki çiçek resmi dışında, sanatçının natürmortlarının büyük bölümünün konularını günlük yaşamının bir parçası olan sebze-meyveler ve şarap şişeleri oluşturur.  Fikret Mualla’nın bilinmeyen yönlerinden biri, portrelerinin kime ait olduğudur. Ne mektuplarında ne de onu tanıyanların yazdıklarında bu konuyla ilgili net bir bilgi yer almaz. Ressamın modeli karşısında mıdır, yoksa hayalindeki bir yüzü mü resme dönüştürmüştür, bilinmez. Ancak portreleri, inceden inceye saatlerce etüt edilerek oluşturulmuş yüzler değildir, hatıradan gelir gibi bir anlık, kısa süreli bir izlenimle kâğıdın üzerinde belirmiştir.

 

Fikret Mualla’nın son yıllarındaki koruyucusu Madam Anglès olmuştur. Madam Fernande Anglès ve eşi eski milletvekili Raoul Anglès, Mualla’yı 1959 yılında Paris/Quartier Latin’deki bir kahvede tanımış ve resimlerini almıştır. Sanatçının resimlerini çok beğenen Anglès çifti zamanla kapsamlı bir Fikret Mualla koleksiyonu oluşturur. Bir süre sonra sanatçının tüm masraflarını Madam Anglès üstlenir. 1962 yılında sol tarafına inme inip bir süre Laennec Hastanesi’nde tedavi gördüğünde de kendisiyle Madam Anglès  ilgilenir. Hastane çıkışında, önce onu Paris'teki apartmanına alır, Mualla sorun çıkarınca küçük bir otel odası kiralar. Ancak sürekli olay çıkaran ve oradan da kovulacak hale gelen Mualla, zengin Bayan Angles’in başına dert olmaktadır. Sonunda başa çıkamayarak Fikret Mualla’yı kocasının Alp Dağları’nın eteğinde, Reillanne’deki çiftliğine yerleştirir. Yanına verdiği bakıcı kadın Fikret Mualla’nın yemeklerini yapar, bir ölçü dâhilinde içkisini verir ve her gün onu resim yapmaya zorlar. Sanatçının bu dağ köyündeki inziva yılları Bayan Angles’e çok sayıda paha biçilmez tablo kazandırır.

Fikret Mualla’nın Reillanne’deki ilk zamanları çok iyi geçer. Dostlarına yazdığı mektuplarda Paris’in stresli ortamından kurtulduğu için mutlu olduğunu belirtir. Köyde polis olmaması da kendisini rahatlatan bir unsurdur. Zaman zaman bazı eski dostlarının kendisini ziyarete gelmesi de Fikret Mualla’yı çok mutlu eder. Zira Türkçe konuşmak ve yurt özlemiyle yanıp tutuşmaktadır. Ancak Türkiye’ye dönerse ya tutuklanacağını ya da akıl hastanesine yatırılacağını düşündüğü için dönmeye hiç niyetlenmez. Gerekli özeni göstermediği için sağlığı gitgide bozulmaya başlar. Sol tarafındaki felç yüzünden yürüme güçlüğü çekmektedir. Ayrıca eski sinir krizleri ve ruhsal gel-gitleri de devam etmektedir. Sanatçıyı dünya gözüyle gören son dostlarından biri olan Hıfzı Topuz, 1966 yılında Mualla’yı Reillanne’de ziyaret ettikten sonra onunla yaptığı söyleşiyi Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlar. Hıfzı Topuz, Fikret Mualla’nın yaşadığı sıkıntılara ve memleket özlemine vurgu yaptığı yazısında; “Ülkemizin yetiştirdiği en büyük ressamlardan biridir Fikret. Bu büyük sanatçı, günün birinde Alp Dağları’nın eteklerindeki Reillanne Köyü’nde kaybolup gidecektir. Sonra bizler onunla övüneceğiz…” demektedir. Bu yazıya çok sevinen Fikret Mualla’dan aldığı 9 Şubat 1967 tarihli mektup sanatçıyla son yazışmasıdır. İhtiyarlık, felç ve yalnızlıktan ruhen iyice çökmüş olan Fikret Mualla mektubunda “Öyle akşamdan sabaha sükunetle bir ölebilsem, emin ol ki gözüm arkada kalmayacak. Bedbinlik içindeyim” demektedir. Aynı dönemde Fikret Adil ve Tevfik Kent gibi dostlarına yazdığı son mektuplarda da benzer bir üslup vardır. 1967 yılının mayıs ayında eski sinir krizleri şiddetlenir. Önce Manosque hastanesine, biraz düzelince de resmi bir bakım evine yatırılır. Bir akşam sessiz sedasız yatağına uzanır, 20 Temmuz 1967 sabahı hastabakıcılar kontrol için geldiğinde ressamın ölmüş olduğunu görürler. Tam da son mektuplarında yazdığı gibi, ‘akşamdan sabaha sükunetle’ ayrılır bu dünyadan…

Fikret Mualla önce Fransa’da, Manosque Mezarlığı’nda toprağa verilir. Oysa vasiyeti yıllardır hasretini çektiği yurdunda gömülmektir. Bu vasiyeti yıllar sonra, bir zamanlar babası Salah Cimcoz’un evinde kendisinden resim dersleri alan Emel Korutürk yerine getirir. Kemikleri, 1974 yılında, artık Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün eşi olan Emel Korutürk’ün çabalarıyla Türkiye’ye getirilerek Karacaahmet Mezarlığı’na defnedilir. Manosque Mezarlığı’nda, yaşlı bir komşusu tarafından dikilen ve “Fikret Moualla, Artiste-Peintre” ibareli mezar taşı da kemiklerinin getirilmesinden sonra, yine aynı komşu tarafından Abidin Dino’ya gönderilir. Taşı İstanbul’a getiren Hıfzı Topuz, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi ve Resim-Heykel Müzesi’nden olumlu yanıt alamayınca, İstanbul Basın Müzesi’ne kendisine ayrılan bölümde sergilemeye başlar. Ondan geriye çok sayıda tablo, desen, iki öykü-bir kitap, yakınlarına yazdığı mektuplar, fotoğraflar, anılar ve bu mezar taşı kalır.

Fikret Mualla, bir türlü gün yüzü göremediği şu fani dünyaya ardında  pek çok paha biçilemez resim bırakarak veda etti… Sanatçının eserleri bugün galerilerde ve müzayedelerde rekor fiyatlara satılıyor. Pek çok yapıtı önemli müzelerde ve özel koleksiyonlarda yer alıyor. Anısına retrospektif sergiler düzenleniyor. Sanatı ve yaşamı kitaplara, makalelere, tezlere konu oluyor.

Kadıköy’de aristokrat bir ailenin çocuğu olarak konakta başlayan ve Alp Dağları’nın eteğinde bir bakım evinde yapayalnız son bulan trajik yaşamı boyunca ürettiği eserlerle, 20.yüzyılın en ünlü bohemlerinden biri olarak çoktan bir efsaneye dönüşmüş durumda…Bize de, tıpkı Hıfzı Topuz’un yıllar önce dediği gibi, onunla övünmek düşüyor sanırım…